Biz çocukken, Tombilibiç diye bir oyun vardı. Kırmızı kiremitleri üst üste dizer, topu yuvarlardık kiremitlerin üzerine. Ortada kuyu var yandan geç derdik. O top hiç kuyuya düşmezdi.
Köşe kapmaca oynamak için, herhangi bir kamyonetin, mahallemize park etmesini sabırsızlıkla beklerdik. Biri park etti mi, gör şamatayı. Önce adamın gidişini beklerdik, sonra hurraaa kamyonetin üstüne…
İstop diye bir oyun vardı. İngilizce’den gelen stop kelimesini, çocuk ağzıyla istop diye bağırdığımız. Topu yukarıya fırlatınca, küçük dostlarımız olanca hızıyla kaçardı ana hattan, istop deyince dururlardı. Sonra bir renk söylerdik. Bulamasınlar diye Çingene pembesi diye bağırırdık. Renk bilgimiz mi vardı. Çingene pembesi mahallede zar zor bulunurdu o zamanlar.
Deliydik. Elektrik hortumlarını kesip, gazete kâğıtlarından ok yapardık. Haytaydık, bazen kâğıtların ucuna iğne takıp kedi avına çıkardık. İçimizden birisi, bir kedi vurduğunda önce sevinç nidaları atar, sonra da üzülürdük zavallı kediye. Otobüs şoförlerini vurmaya çalışırdık biz. Mahalleden geçen otobüs şoförlerinin korkulu rüyasıydık. O yüzden camları hep kapalıydı.
Taso denilen nesne yeni keşfedilmişti. Taso da neymiş. Bizim gazoz kapaklarımız vardı. Marketlerin, kıraathanelerin önünde fink atardık biri meşrubat içsinde kapağını atsın diye. Topladıktan sonra, taş ile ezerdik bir güzel onları. Kırmızı gazoz kapakları en değerlisiydi. Gerçi sonradan o kapağın altında şişede duran asitli sıvı, insan sağlına zararlı dediler.
Bizler bilinçli doğa dostlarıydık. Doğanın temizliği bizden sorulurdu. Dedeler, amcalar, ağabeyler içtikleri sigaraların kabını sokaklara atarlardı. Sokaklarda fink atardık, onları bir güzel toplardık. Sonra tam ortalarından katlardık. Mermerciye koşup, ‘Ağabey kurban olayım bana bir parça mermer ver.’ derdik. Mermer ustamız hiç kırmazdı bizi. ‘Alın ulan haytalar oradan.’ derdi. Sonra kireç taşlarıyla bir daire çizerdik sokağın tam ortasına. İki rakip eşit miktarda sigara kâğıdı koyardı daire içine. İlk sırayı kapmak için düz bir çizgiye mermeri fırlatır, çizgiye en yakın olan mermeri birinci ilan ederdik. Sonra daire içindeki sigara kâğıtlarına doğru mermer yol alırdı. Bizler doğayı çok severdik.
Mahallemizdeki yemiş (incir) ağacının meyveleri tam yumuşamadan ham hallerindeyken toplayıp, yemiş savaşı yapardık. Aşağı mahalle, yukarı mahalle arasında kıran kırana geçen savaş. Genelde yukarı mahalle kazanırdı. Onlar organize çocuk gücüne sahiptiler.
Delikanlı çocuklardık bizler. Öyle kızlarla evcilik bilmezdik. İp atlardık onlarla, zıplaya zıplaya geçerdi hayatımız. Bazen iki kız, iki erkek, bir sıçan… Validelerimizin yorgan ipliklerini alırdık. Elektrik direkleri dostumuzdu bizim. En önce ipi direkten geçirirdik. Sonra üç kişi bir kare oluştururdu, direkle beraber…
Komşular çok şikâyetçilerdi bizden, zillere basar kaçardık hızlıca. Hatta içimizden en şeytanı, alır çöpü devirirdi kapıya.
Mahallede ustaca meşe oynayan ağabeylerimiz olunca, yenilirdik haliyle. Meşelerimizin cebimizdeki şıkırtısını duymadan içimiz rahat etmezdi. Kaybettik mi? Üzülmek yok! Dede yadigarı aşık kemiklerimiz vardı bizim. Eskiden öyleymiş, koyunun arka bacaklarından çıkarırlarmış bu kemiği. İşte çıkan bu kemikle oynarlarmış meşeyi. Dedem ne de güzel anlatmıştı. Sonrada ‘Al hadi git oyna.’ demişti.
Saklambaç oynardık. Birden elliye kadar sayan arkadaşımızın tam arkasında durduğumuz olurdu. O ‘elliii’ diye bağırınca kafasına bir şaplak atardık. Öfkelenirdi, bağırırdı ama biz gülmeye başlayınca o da gülerdi.
Yeşil üzümlerin kabuklarını, dişlerimizle ayırırdık. Bunu bıkmadan ve hiçbir insanın veremeyeceği özenle yapardık. Önce kabukların hafiften acımsı tatlarını alırdık. Daha sonra ise kabuğu soyulmuş üzümleri yerdik. Ne de güzel tatları vardı onların.
Leblebi tozlarıyla örülüydü hayatlarımız. Boğazımızı tıkarcasına bir burukluk yaşatırdı bize. Kim bilir keşifçisi ne kadar ticari kazancı düşünse de, bizler sevinirdik o tozu ağzımıza atınca.
Üçgen kolonyalarımız vardı renk renk. Kırtasiyelerden onar, yirmişer alırdık. Kimi avuçlarında sıkar patlatır, kimi ufak bir delik açar, millete şaka yapardı.
Futbolu profesyonelce oynardık biz. Mesela ayaklarımız camları kırmaya meyilliydi. Camlar kırardık biz. Varoş mahalleye maddi kayıp verirdik ama camını kırdığımız insanlar bilirlerdi çocuk olduğumuzu. Kırdığımız camı alıp topumuzu keserlerdi. Topun canının yanmadığını bilirdik ama bizim canımız epey yanardı. Sonra içlerinden iyi yürekli bir amca çıkar bize yeni bir top hediye ederdi. O insanlar çocuk işte demeyi çok iyi bilirlerdi.
Öyle aramızda anamız, babamız bize ne aldı rekabeti yoktu. Kıskançlık denen bir şey yoktu. Arada kafamıza eserse semtimizden Konak’a kadar yürürdük. Üstümüzde bazen bir şorttan başka bir şey olmazdı. Atlette giymezdik bazen, vücudumuzun üst tarafı çırılçıplak olurdu. Bu yüzden bize serseri derlerdi. İçimizden biri yorulunca ona bir ESHOT bileti almak için para toplardık aramızda. Alırdık bileti gönderirdik biçareyi evine. Sonra bir bakardık biz de yorulmuşuz. Eee bütün parayı da ESHOT’a verince, yürümeye mahkûm kalırdık.
Ertesi gün, bir önceki günden para toplayıp otobüsle gönderdiğimiz arkadaş bize evinden karpuz, kavun getirirdi. Bize serseri diyenlere cevabımız da buydu işte. Kolluyorduk birbirimizi.
Aramızda kimsenin bilmediği bir bağ vardı. Sevgiyle ölçüt hatta sevgiyle yarışacak bir bağ… Kültürle karışık sevgi yağmuru gibiydik.
Mahallemizde bir Melahat abla vardı. Herkesin mahallesinde bir Melahat abla vardır. Yürüyünce yer sallanırdı. Amcalar, ağabeyler, dedeler o geçerken kafalarını indirirdi yere. İffetli, dul bir kadındı. Başımı okşadığı olmuştu. Eh be Melahat abla sende terk ettin bizi…
Bizim zamanımızda havuz mu vardı? Belediye bizlere havuz yapardı. Daha doğrusu süs olsun diye parklara. Fıskiyeli havuzlar… Semtimize uzaktı onlar, üstümüz çıplak yürürdük. Ne de güzeldi. Sonra atlardık havuza. Misal ben boyumu geçmeyen havuzda ellerimi zemine değdirerek nasıl güzel yüzdüğümü gösterirdim dostlarıma. Aslında bilirlerdi havuzda onlara şov yaptığımı da ses çıkarmazlardı… Heyt be! Ben de yüzerim öyle derlerdi… Sonra sislerin ardından bir bekçi belirirdi düdüğüyle. Bir keresinde sağlam bir tokat yemiştim. E haliyle ağlamıştım.
Altta kalanın canı çıksın diye bağırdığımız. Birdirbir oynadığımız, uzuneşeklerle direğe yaslandığımız bir hayattı bizimkisi…
Ya şimdi…
Babalar, anneler işten yorgun argın eve gelince çocuğuyla ilgilenemez oldu. Patronun bağırdığı ebeveyn eve gelip çocuğuna bağırır oldu. Şimdi geziyorum sokaklarda. Öyle bir sessizlik hâkim ki, bağırsam kimse duymaz. Ebeveynler artık çocuklarının önüne teknolojiye ait yapıtları koyuyorlar uğraşmayayım diye. Çocuk bilgisayarda geçiriyor zamanını. Play Station diye bir oyun konsolunda öldürüyor zamanını. Teknoloji öyle bir yer etti ki hayatımıza onsuz yapamaz olduk. Batılılaşmayı yanlış anlayan yeni nesil, bilgisayarın başından kalkmadıkları için, ebeveynlerinin nasihatlerini dinleyemez oldu. Kendi kültürlerimizden uzaklaştık. Oysa ne söz vermiştik bizler. Demiştik ki kültürlerimiz bizi yaşatacak…