Bir işadamı düşünün. Sıfırdan başlamış, başarılı olmuş, işini büyütmüş. Şimdi güçlü, ünlü ve zengin. Elde ettiği başarının, sahip olduğu gücün ve paranın kendisine sağladığı bir özgüven var. Başladığı nokta ile ulaştığı noktayı değerlendirdiğinde kendisiyle gurur duyuyor, daha da bir pekişiyor kendine güveni… Ne isterse olması gerektiğini, nasıl düşünürse, ne yaparsa doğru ve onaylanmaya hakkı olduğunu düşünmeye başlıyor.
Özgüven abidesi işadamımız yıllar geçtikçe, cebi doldukça, ünü arttıkça gizliden gizliye kendini beğenmiyor. Azalan saçlarının yerine saç ektiriyor, kemerli burnunu estetik operasyonla hokka gibi yaptırıyor, fazla yağlarını aldırıyor, mayoyla fotoğraf verdiğinde görünmesi için kas yapıyor. Bir süre sonra, mevcut durumuna canla başla birlikte geldiği, tıpkı evlilik yemininde olduğu gibi “iyi günde, kötü günde” beraber olduğu eşini beğenmemeye başlıyor. Parasıyla kendine yer açtığı çevrede gördüğü, parasıyla arkadaş olabildiği, parasının gücü nedeniyle kabul gördüğü ortamdaki insanlardan birisine tutku duyuyor, bulduğu karşılığı da gerçek aşk sanıyor. “Aşık oldum” diyerek eşini terk ediyor…
***
Yabancı geldi mi size senaryo? İşadamının yerine şarkıcı koyun, oyuncu koyun, memur koyun, kimi koyarsanız koyun. Ülkemizde sık yaşanan bir durumun kısa bir özeti yazdıklarım…
Biraz güç, biraz para, biraz başarı neden birdenbire değiştiriveriyor bazılarını hiç düşündünüz mü? Başarıyı, parayı ve gücü büyük bir olgunlukla taşıyabilen insanların yanında onu taşıyamayıp da adeta “densiz yağ bulmuş, k*çına başına sürmüş” misali hayatlarını hiç de ait olmadıkları bir düzen içinde yeniden dizayn etmeye kalkışan insanlara ne demeli?
Duruma hemen “görgüsüzlük” etiketi yapıştırmayın lütfen. Konu derin. Biraz psikoloji biliminden yararlanacağız konuyu kurcalamak için.
Kişi, doğduğu andan itibaren hayat tecrübeleri yaşamaya ve bu tecrübelerin sonunda başarılar ya da yenilgiler tatmaya başlar. Çocukken bir kanepeye tek başına çıkabilmenin ve anne-babadan aferin almanın tadını yaşadığı gibi okulda “matematik” dersinde bir türlü başarılı olamama nedeniyle hissedilen bir yenilginin ağırlığı da olabilir. Büyüdükçe hayatın her alanında yaşadığımız tecrübeler sonucu eğer belirli başarılar elde edip, yetenekler geliştirmişsek kendimize olan bakış açımız olumlu hale geliyor, kendimizi hayat karşısında giderek daha yeterli görmeye başlıyoruz. Bu durum özellikle çevredeki insanların övgüleri, takdirleri ile daha da güçleniyor ve adına “özgüven” dediğimiz duygu doğuyor ve gelişiyor.
Ya da tam tersi oluyor. Başarısızlıklıklar, yenilgiler, çevrenin eleştirileri, kişide yetersizlik duygusuna ve özgüven eksikliğine yol açıyor. Şimdilik özgüven eksikliğine değinmiyoruz. Senaryomuzun kahramanı özgüvenli birisi.
Ancak bu özgüven “nankör” bir duygu. Bir geldi mi bir daha gitmemek üzere yerleşmiyor. En küçük bir başarısızlık da, ufacık bir yenilgide terk ediveriyor insanı. Çevremizdekiler de öyle… Başarılıyken, güçlüyken övüp takdir edenler, küçük bir sendelemede kaşları kaldırıp “cık cık” demeye başlıyorlar. Özgüven ateşe düşmüş buz misali erimeye başlıyor.
Biz şimdi yeniden işadamımıza dönelim.
Canını dişine takarak işini büyüten, çevrede takdir gören bu işadamımız, edindiği başarılarla orantılı biçimde bir özgüven geliştiriyor. Hatta bu özgüven, çoğunda kibir duygusuyla sarmaş dolaş oluyor bir süre sonra. “Küçük dağları ben yarattım” moduna giriveriyor patron…
Ancak yine yukarıda söyledim ya! Fiziğini, görüntüsünü, sosyal çevresini ve eşini değiştirme gayreti başlıyor. Çünkü paranın kendisine açtığı alana girdiğinde kendisini beğenmiyor, kendisini değerli bulmuyor. Değer görmek, beğenilmek, istenen kişi olmak istiyor. Oysa bilmiyor, parası, başarısı ona bu istediklerini vermez.
İşte burada özgüvenle çok karıştırılan ya da hiç farkında bile olmadığımız bir başka kavram devreye giriyor: Özsaygı…
Özsaygı, özgüvenden farklı olarak kişinin başarısından, övülecek, takdir edilecek işler yapmasından bağımsız olarak, kendini olduğu gibi kabul edip olduğu gibi sevmesi ve saygı duymasıdır. Gerçek huzur ve sürekli hayat tatmini ancak özsaygının güçlü olması halinde mümkündür. Senaryomuzdaki işadamında ve toplumun büyük çoğunluğunda eksik olan nokta özsaygıdır. Olduğun halinle kendini sevme. Eksiğiyle, kusuruyla, hatasıyla kabullenip saygı duyma, başkalarının ne düşündüğünden bağımsız olarak bir varlık olarak kendini hoş görme…
Bunlar olmadığı zaman sürekli kırbaçlanan yarış atı gibi daha güçlü, daha başarılı olmaya yönelme, fiziğini, evini, arabasını değiştirme, “vayyy” dedirtmek için estetik operasyonlar geçirme, kas için spor yapma gibi dışarıdan içeriye doğru bir anlam arayışı başlar ki sonu hep hüsrandır. Marifet içeriden dışarıya doğru hayata anlam katabilmektir. Onun da anahtarı özsaygıdır.