Ankara’ya ilk kez beş yaşındayken gitmiştim sanırım. Aklımda, gece boyunca gördüğüm, saymaya çalıştığım sokak lambaları kaldı. O gün bugündür sevmem zaten gece yolculuklarını.
Şehirlerarası yolculuk, çişli, soğuk ve poşette verilen buz gibi sudur; Ankara ise üzerine gri branda çekilmiş gökyüzü olmayan şehir.
Gel gör ki, neyden kaçar ve korkarsan mutlaka onunla yüzleşmek zorunda kalırsın. Benim yüzleşmem de 19 yaşıma tekabül etti.
Ankara’ya iner inmez yüzüme vuran soğuk, hayatın uyandırma biçimi. Gün-aydın öyleyse! Elimde küçük bir harita, araya araya bulunan yerleşim, eğitim, vasıta üçlemesi… Hani seve seve’nin tezatı ruh halimle orada kalmayı mecburi kabullenişim, uzun yıllar şehirden nefret ettirdi. Alışmaya çalışmadım, gezip görmedim, hissetmedim. Tek yaptığım, İstanbul’dan arkadaşlarımla bir araya gelip söylenmek ve bir an önce buradan kurtulmayı istemekti.
Masal elbette bu haliyle sonlanmadı. Aşık oldum. Hepsine… Yani sana, diğerine, yollarına, yüzlere, ağaçlara… Her yere farklı gözlerle bakmayı henüz öğrenirken, ayrılık vakti gelip çattı.
Bunca zamanda öğrendim ki;
– Kimseye yol sormayın, taksici dahi! Zaten tarif edemezler. Geze geze bulun en iyisi.
– Döner yemeyin! Biber ve domates de sarılır yapım aşamasında, hiç hoş değil.
– Simitleri gerçekten güzel değil, özellikle akşam olunca üç kuruşa satarlar, dişinizden olmayın.
– Neredeyse bütün sokakların adı bir ülke, başkan gibi yabancı kelimelerden oluşur ve kafelerin ismi de yaratıcı değildir. En azından çoğunun sonunda -stan eki vardır. (Çamaşıristan, bakkalistan gibi…)
– Metroyu kullanıyorsanız mutlaka inenlere yol verirken, siz de bekleyenlerden olun. Pislikmişsiniz gibi bakışlara maruz kalabilirsiniz.
– Yürüyen merdivenlerde yürümeyecekseniz, sağda durun, yok benim acelem var diyorsanız, soldan su gibi akın.
– Burada insanların büyük bölümü kitap okuyor, özellikle metroda. Şaşırmayın, bir zahmet siz de onlara uyum sağlayın.
– ‘La bebe mal la’ cümlesini sıkça duyacaksınız, hayır fransızca değil!
– En azından bir kere SSk İş Hanı’na gidin ve neler olabileceğini görün.
– D.T.C.F.’ye gidin, iç mimariyi göremeyeceksiniz çünkü çevik kuvvet sizi içeri almayacak ama olsun, siz yine de gidin.
– Nerede buluşalım sorusuna hemen Dost Kitabevi ya da YKM diyin, zira artık Gima yok.
– Bol bol portakal suyu için. Belediyelerin kurduğu bu küçük arabalarda taze taze ve ucuza satılır.
– Ara sıra Kızılırmak sinemasına gidin, dünya sinemasından belki de göremeyeceğiniz filmleri izlersiniz.
– Mutlaka Beypazarı’na gidin. Biraz uzaktır ama evlerini, takılarını, insanlarını görürken, muhteşem sarmasından, pilavından, güvecinden, baklavasından, havuçla yapılan lezzetlerinden, kuru’usundan yiyebilirsiniz.
– Evinizin kapılarını kilitlemeden güvenle uyuyabilirsiniz. (Es kaza hırsız girerse sorumlusu ben değilim bunda anlaşalım da…)
– Gün batımını izleyin, çünkü başka hiçbir şehirde bu kadar güzelini göremeyeceksiniz.
– Tandoğan’daki Süslü Sokağı bulun ve yaprakların zeminle kombinasyonuna tanık olun.
– Şehrin en güzel ayı belki de mayıstır. Hanımelleri de bu ayda açar. Öldüresiye içinize çekin.
İstanbul’a dönüş yolu elbette güzeldir, ama bu şehre gidiş yolu da kalp atışlarınızı hızlandırabilir duruma göre.
Ve unutmadan,
Ankara’ya kar çok güzel yağar.
Meltem Özbey