Hayatı başarı ve mutluluk doğrultusunda sürdürebilmenin anahtarı “beklentilere uygun” iletişim kurmaktır.
İletişimin temelinde beklentiler vardır. Kendimizden, başkalarından ve genel olarak hayattan beklentiler… İletişim de aslında bu beklentilerin karşılanması için kurulur.
“Ömür” adını verdiğimiz zaman diliminde “yaşamak” adını verdiğimiz bir yolculuğu gerçekleştiriyoruz. Zamanla bu yolculukta tek başımıza bir hiç olduğumuzu da fark ediyoruz. Sahip olduğumuz güç, yeteneklerimiz, becerilerimiz ne kadar çok olursa olsun hiç kimse tek başına gerçek huzura, başarıya ve mutluluğa ulaşamamıştır. Çünkü başkaları olmadan hayatı sürdürmek imkânsızdır. Kendi başımıza karşılayamadığımız maddi ya da manevi ihtiyaçlarımız var. Yardıma, ilgiye, desteğe ihtiyacımız var. O yüzden en yakınımızdan başlayarak hayatımız boyunca karşımıza çıkan insanlarla ilişkilerimizi bu ihtiyaçlarımız, bir başka deyişle beklentilerimiz doğrultusunda şekillendiriyoruz. Biz çevremizden bir şeyler bekliyoruz. Çevremizdekiler de bizden. Çoğu zaman birbirimizin varlığına tahammül etmemizin ya da birbirimizin varlığından hoşnutluk duymamızın temelinde karşılıklı bu beklentiler var.
Eğer hayattan başarı ve mutluluk bekliyorsak, bu basit, ama kulak tırmalayıcı, gerçeği kabul etmemiz gerekir. Çünkü “amaca uygun iletişim”, “beklentileri karşılamak”, “iletişimde ihtiyaçları gözetmek” gibi ifadeler, kendilerini “duygusal” olarak niteleyen insanların karşı çıktığı söylemlerdir. Onlar bu ifadelerin “çıkar”, “menfaat” çağrıştırdığını, oysa iletişim kurmanın insan olmanın bir gerçeği olduğunu söylerler. Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten. İletişim kurmak insan olmanın bir gerçeğidir, bu gerçeğin ilk şartı da “öncelikle kendi varlığını devam ettirecek” maddi-manevi koşulları oluşturmaktır. Bu da ancak iletişimle mümkündür ve iletişimin varlık sebebi budur.
Aslında burada kastettiğimiz ilişkilerin karşılıklı olmasıdır. İletişimin tanımı da en yalın haliyle aslında budur: Karşılıklılık. Karşılıklı haklar gözetilmeli, karşılıklı fayda sağlanmalı, insanlar sadece birbirinin değil, bir parçası oldukları doğanın ve onun sistemin varlığını kabullenmeli ve saygı göstermeli… Yani, iş dünyasından ödünç alacağım bir kavramla anlatmak gerekirse, iletişim bir “kazan-kazan” sürecidir.
Böyle bakabildiğimiz zaman iletişim, sürekli başarı ve mutluluk için etkili bir aracımız olacaktır. Yoksa duygularımıza eşlik eden, ancak hayat beklentilerimize çok da fayda sağlamayan bir süs olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bizimkisi gibi duygularını yaşamak yerine, duygularının esiri olan bir toplumda bu yaklaşım pek kabul görmez. Çünkü insan, yaradılışı ve beyninin yapısı gereği dünyayı, başka insanları, olayları, durumları önce duygusal sistemleriyle algılar. Yaşadığı çevreye önce duygularıyla anlam yükler. İnsanları yönetmek, yönlendirmek, ikna etmek işte bu özellikleri nedeniyle çok kolaydır. Ne yazık ki bu durum çoğu kez insanlar farkına bile varmadan onların aleyhlerine kullanılıyor. Ve büyük çoğunluğumuz duygusal sistemin esaretinden kurtulamadığı için bu durumu kabullenmekte, hatta cazip görmektedir. Artık sık sık kullanılır olan “algı yönetimi” adını verdiğimiz kavram da duygularımızın, duygusallık zaafımızı bilen insanlar tarafından yönlendirilmesinden başka bir şey değildir.
O sebeple ister iş, ister özel, isterse sosyal yaşamda etki bırakan, ikna edebilen ve iyi ilişkiler kurabilen bir insan olmak istiyorsak insanların duygularına mesaj gönderebilmeyi öğrenebilmemiz gerekir. Ancak unutmamak lazım ki burada da ekonomi biliminin bir kavramı devreye girer: “Azalan marjinal fayda yasası”. Yani tadında bırakmak lazım… Aynı yöntem aynı kişiye/kişilere sürekli kullanılırsa etkisini giderek yitirir.
Daha da önemlisi, iletişimde başarılı olmak ve etki bırakmak için çok ciddiye almamız gereken bir durumda “duyguları ihmal etmeyen” gerçekçiliktir. Bir başka deyişle duyguları yaşayalım, ancak onları hayatın zemini, merkezi yapmayalım.
Bunu başarabilmek o kadar kolay değildir. Çünkü bizler sanıldığı kadar akılcı değerlendirmeler yapabilen varlıklar değiliz. Hayata adım attığımız ilk günden başlayarak farkında olmadığımız bir yanılgıya düşeriz sık sık. Beynimizde şekillendirdiğimiz dünya ile gerçek dünyayı birbirine karıştırırız. Birincisi algıdır, ikincisi somut gerçeklik dünyası.
Algımız, olayları, durumları, insanları olmasını istediğimiz gibi gösterir. Çoğu zaman, çoğumuz gerçekler işimize gelmediği için, kendi algılarımızı gerçekmiş gibi düşünür, hisseder ve bunlara inanırız.
Tabii bu doğuştan gelen bir durum değil. Bebekliğimizden başlayarak yetiştiğimiz çevre bize dünyaya nasıl bakmamız gerektiği, neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda dayatmalarda bulunur. Bir tür hayal dünyası oluşturur. Biz istesek de istemesek de, çoğu zaman farkında olmadan bu dayatmaları, hayal dünyasını kabulleniriz ve ömrümüzün sonuna kadar olaylara, insanlara, durumlara bize öğretilen bu pencereden bakarız.
Hayallerimizdeki ilişkiler ile somut gerçeklikler çatıştığı zaman sonuç bellidir: Hayal kırıklığı, başarısızlık, mutsuzluk, öfke, çaresizlik veya hırslanma…
Oysa daha en başta iletişimin karşılıklı beklentileri gidermeye dayalı bir araç olduğunu kabul etsek sorun yok. Kavramlara –olduklarının ötesinde- yüce ve kutsal anlamlar yükleme çabası çoğu zaman insanları mutsuzluğa ve başarısızlığa mahkûm ediyor, hayal kırıklığına uğratıyor.
O halde iletişimi bir mucize, bir peri masalı, çiçek-böcek-kelebek, evren mevren gibi havada dolanan kavram olmaktan çıkartıp başarılarımızın itici gücü, mutluluğumuzun yakıtı olarak kullanabilmeyi, ayakları yere basan bir kavram olarak kullanmayı öğrenmek gerekiyor.