Bütün ağırlığı ile duygularının altında ezilen karanfiller; muhteşem kaçışlarını planlayıp zamana, mekana ve anılara karşı geri dönüşü olmayan bir tahakküm uygulamışlardı. Bu bir başarı ve aynı zamanda vazgeçişin öyküsü olacaktı. İnsanlar yüzyıllar sonra asla hatırlamayacaklardı bu karanfilleri. Zaten karanfillerin de böyle bir gayesi yoktu. Belki içlerinden bazıları geceleri uyumadan önce sonsuza dek hatırlanmanın hayalini kuruyor olabilirdi ama onlarda bu düşüncelerini açığa vurmayacak kadar karanfil kokuyorlardı…
Tanım:
Kokulu cisimlerden buharlaşarak ayrılan ve havaya karışan tanecikler, sarı bölgedeki mukus sıvısında çözünerek koku almaçlarını uyarır. Uyartılar beynin koklama merkezine iletilir. Böylece koku almış oluruz.
Ama ben hiçbir zaman düşünmemiştim bazı karanfillerin unutulmaktan korkmuş olabileceğini. Ne tuhaf aslında, tüm ‘tepkiler’ sadece kendi türümüze aitmiş gibi yaşamamız.
Daha önce hiç dinlememişim meğer kendi türüm dışındakileri. Aslında kendimi bile tam olarak dinlemiş olduğumu söyleyemem. Çoğu zaman ilkel düşüncelere kapılarak yaşadığımı kabul etmem gerekir. Yaşadığım veye yaşadığımız düşünsel fırtınalar, akıl yürütmeler evrimsel birer çalkalanma sadece. Sudan karaya çıkarken yalpalayan canlılardan daha üstün olduğumuzu iddia etmek komik olurdu doğrusu…
Diyeceğim şu ki; sahilde rastlamış olduğum adam ellerinde tuttuğu parıltılı kumu havaya savurduğundan beri daha bir farklı geliyor artık her şey. Mitolojik bir büyü mü yoksa histerik bir hayal miydi bilemiyorum ama karanfillere olan saygımın arttığını söylemeliyim. Amaçlarına hayran kaldım. Aslında amaç ve töz nesnelerin arasında bir yerde değil, onların içindedir. Yani her şeydir kısaca. Var olan, var olmuş ve var olacak olan her şey…
Karanfillerin kendilerince buldukları yöntemlerle zamana tahakküm uygulamaları ve zamanı bir düşman olarak düşünmeleri beni bir hayli düşündürdü. Sonrasında ise bu durumu düşünmüş olmam bir hayli düşündürdü. Sanırım şu sahildeki adamın parıltılı kumları hala zihnimde…
Ve evet, zaman kavramına takılı kalmıştım. Onların kazandığı bu zafer, bir iğde ağacından düşen toz tanecikleri kadar komik geliyordu artık. Komikti çünkü zaman sadece bir yanılsamadır. Zaman gerçek değildir. Dünya ile sonsuzluk, keder ve haz, kötü ile iyi arasında var gibi görünen o ince çizgi yanılgılardan başka bir şey değildir.
Düşünüyordum… Sadece karanfilleri değil her şeyi düşünüyordum. Bilinçsiz bir akışa kapıldı zihnim.
Düşünmek nedenleri bilip tanımaktı aslında. Ancak bu yoldan duygular bilgilere dönüşür ve yitip gitmeyecek bir varlık kazanıp içlerindeki özü ışıyarak çevrelerinde yansıtırlardı…
İçimde dingin bir yer vardı artık. ‘Şahıslar’ üzerinden anlatımlar birer birer parçalanıyordu zihnimde. Tekillik çoğulluğa, çoğulluk ise sonsuzluğa dönüşüyordu.
Şöyle demişti parıltılı kumların sahibi:
“İçinde dingin, sığınılacak bir yer olan insanlar farklıdır. Ama genellikle insanların çoğu düşen birer yaprak gibidir. Havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar ve durarak yere iner. Pek az kişide vardır, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını kendi içlerinde yaşarlar…”
O adam da karışıyordu çoğulluğun ve sonsuzluğun içerisine. O adam ve söylediği her şey. Bana bilgilerini aktarmıştı ama bilgeliğini değil. Daha yolum çoktu çünkü.
Tüm karmaşanın içerisinde bir ‘fikir’ kalmıştı sadece netliğe sahip olan.
“Hiçbir gerçek yoktur ki karşıtı da gerçek olmasın.”
Burnumu kaşındıran türden bir fikir. Hatta karanfilleri bile kaşındıran bir fikir!
Zavallı karanfiller. Eskirik tahakkümleri onları özgürlüğe değil açık ve seçik bir tutsaklığa sürüklemişti. Ve onları zavallı olarak nitelendiren ben, salt düşünmenin içinde kalarak yalnızca kavramların kendi kendine işlemesiyle bilginin oluşmasını sağladığını varsayıp daha da zavallı bir hale bürünmüştüm.