Temmuzun ortalarıydı. Daha önce hiç geçmediğim, tenha köy yollarındaydım. Bir anda arabanın hararet göstergesinin çok yükseldiğini fark ettim. Yapılacak şey belliydi.
Arabayı bir kenara çekmek. Bir süre motorun soğumasını beklemek, sonra da eksilen depoya su ilave etmek. Fakat etrafta ne bir çeşme, hatta ne de bir bina görünüyordu. Arabayı yol kenarına çekip, motorun soğuması için biraz bekledim. Bu süre içinde yoldan geçen bile olmadı. Sonra tekrar yola koyuldum. Ne var ki hararetin tekrar yükselmesi uzun sürmedi.
Mecburen tekrar sağa çekip bir süre daha bekledim. Canım sıkılmıştı. Ama yapılacak başka bir şey yoktu. Tek çare bir miktar su bulmaktı. Burası oldukça ıssız bir yerdi, görünürlerde hiç yaşam belirtisi yoktu. Bir süre sonra çaresiz yine yola koyuldum. Gözüm elbette hep hararet göstergesindeydi.
Biraz daha huzursuzca yol aldım. Ama o da ne! İleride, yolun solunda bir çeşme, daha doğrusu bir emme basma tulumba görmüştüm! Çok sevinmiştim.
Bu tulumbanın başında iki çocuk oynaşıyordu. Daha doğrusu yalaktaki suyla birbirlerini ıslatmaya çalışıyorlardı. Bu çeşme yani tulumba eskiden köy yollarında çok rastladığımız cinstendi. Tulumbanın başındaki salkım söğüt güzel bir gölgelik alan yaratıyordu. Tulumbanın suyu bir yalağa akıyordu, bu yalak aşağı yukarı bir metrekareye yakındı. Bu yalaktaki su sağ taraftaki bir delikten daha aşağı seviyedeki ikinci yalağa daha doğrusu bir oluğa akıyordu. Bu eni yarım metre ve boyu da iki metre kadar olan oluk hayvanların, özellikle atların sulanması içindi.
İçimden “Kim yaptırtmışsa Allah razı olsun” dedim. Hem insanları düşünmüş, hem de hayvanları. Aslında bu Anadolu’nun çok yerinde rastlanan ve hiç de sıra dışı olmayan bir manzara idi. Çünkü o dönemler ulaşım araçları şimdiki gibi gelişmemişti. Özellikle toprakla uğraşanların ulaşım aracı ya atlar ya da eşekler olurdu. Yük taşımada kullanılan at arabaları dört, eşek arabaları iki tekerlekli olurdu. Bu hayvanlar doğrudan insan yaşamının içindeydiler. Hayvanı ile tarlasına giden bir çiftçi için elbette ki bu tür bir su kaynağı kaçınılmaz bir ihtiyaçtı.
Ben tulumbaya yakın bir yere park etmiştim. İlk işim arabanın kaput kapağını açmak oldu. Malum motor bir an önce soğumalıydı. Kaput kapağını açıp, çubuğunu sabitledim. Artık 15-20 dakika kadar motorun soğumasını beklemem gerekiyordu.
Çocuklar beni görünce birbirlerini ıslatma oyunundan vazgeçmişlerdi. Tulumbanın yalağındaki orta boy bir karpuzu fark ettim. Belli ki onun soğumasını bekliyorlardı. Yani onlar da benim gibi bir süre burada oyalanmak zorundaydılar. Çocuklardan uzun boylu olanı 15-16 yaşlarında gösteriyordu. Biraz saf bir görünümü vardı. Öbürü ise 12 yaşında olmalıydı. Bu oldukça çelimsiz ama gözleri fıldır fıldır cin gibi bir veletti. İkisinin de saçları üç numara asker tıraşı idi.
Beklemekten başka yapılacak bir iş yoktu. Çocuklara karpuzu göstererek laf attım: “Güzele benziyor.” Kısa boylu olan bu soru ile ilgilenmedi bile. Uzun boylusu ise sadece “Bilmem” dercesine bir işaret yaptı. Sonra bir sessizlik oldu.
Çocuklarla yarenlik etmek için birinci hamlem boşa gitmişti. Demek ki lafa başka bir yerden başlamalıydım. “Bari beylik bir soru sorayım” diye geçirdim.
– Çocuklar bu yörenin adı nedir?
Küçük olanı yanıtladı:
– Aşıklar Çeşmesi.
Büyük olan sırıtarak ona sataştı:
– Oğlum çeşmesi değil tulumbası.
Beriki kızdı:
– Evet bu bir tulumbadır ama buraya herkes “Aşıklar Çeşmesi” der!
Ben “Demek ki aşıklar” dedim. Gerisini getirmedim. Çeşme ya da tulumba deyip yeniden bir tartışmaya yol açmak istemiyordum.
Bu sefer uzun boylusu cevap verdi: “Evet aşıklar”.
Lafı ufaklık tamamladı: “Seher ile Recep”. Kendinden çok emin görünüyordu. “Seher ile Recep” derken kırk yıllık bir tanıdığından, yakın bir arkadaşından söz eder gibiydi. Boş bulunup sordum:
– Tanır mısın onları?
Bana “Ne kadar da cahilsin” der gibi baktı. Sonra sözlerine açıklık getirdi:
– Yüzlerini görmedim tabii. Sonra eliyle ileriyi gösterdi “Onları köyde herkes tanır”.
Oğlan çocuğunun gösterdiği yöne baktım. Birkaç yüz metre ilerisi bir yokuşun başı idi. Biraz ötede yani yokuşun altındaki köyün camisinin kubbesi ve minaresinin üst kısmı, yamaçtaki evler buradan bile görünüyordu. Demek ki bu gençler o köyün çocuklarıydı.
“Demek aşıklarmış” dedim. Uzun boylu olanı:
– Burada birlikte intihar etmişler, dedi. Sonra da ilave etti: Ağı içmişler!
Kısa boylusu bu sefer de ona da aynı “ne kadar da cahil” bakışını fırlattı, sonra da kendinden emin sözünü tamamladı:
– Hayır önce Seher, sonra Recep!
Uzun boylusu ısrarcı olmadı. Beriki lafını tamamladı: “İçtikleri de ağı değil Folidol”. O sırada eli ile salkım söğütün arkasında bir yeri işaret ediyordu. Orada salkım söğütün dallarından iyi seçemediğim kütük gibi bir şeyi fark edebildim.
Oğlan çocuğunun bu Folidol lafı beni aldı ta uzaklara götürdü. Çocukluk yıllarımın geçtiği o küçük Ege kasabasına. Çünkü Folidol bizim oralarda bir simgedir, onun yaptırdığı iki çağrışım vardır: Biri tütün, biri de intiharlar. Özellikle de genç intiharlar. Sevdalılar.
Kavuşamayanlar.
Benim çocukluğumda bizim oralarda ziraat denince akla ilk tütün gelirdi. O zamanlarda sonradan konan kotalar falan olmadığı için isteyen istediği kadar tütün ekebilirdi. Bu yüzden neredeyse bütün kasaba tütüncülük yapardı. Onun için tütün yetiştiriciliğini yakından bilirim. Tütün ziraatı çok meşakkatli ve çok yorucu bir iştir. İşe şubat-mart aylarında tohumların özel olarak hazırlanmış ve toprağı kabartılmış özel yerlere ekilmesiyle başlanır. Bunlara şekli yastığa benzediği için fide yastığı denir. Bu yastıklar bir buçuk metre eninde ve 5-6 metre uzunluğundadır. Buradaki fideler süzgülü tenekelerle her gün düzenli olarak sulanır. Sonra fidelerin boyu 10-15 cm olunca yastıklardan alınıp mayıs ayı içinde tarlaya dikilir. Bir süre de tarlada sulanır. Tütün yapraklarının gövdesinden koparılır hale gelmesi için en az 60-70 cm uzunluğa ulaşması gerekir.
Tütün yaprağının toplanması işlemine “tütün kırmak” denir. Tütün kırma mevsimi genelde haziran ortaklarında başlar. Ama çok çileli bir iştir. Çünkü tütünün güneş doğmadan kırılması gerekir. Yani yaprakların güneşi görüp, pörsümemiş, diri olması gerekir. Önce en alttaki yapraklar toplanır. Buna “birinci el” denir. Her seferinde altlardaki iri yapraklar toplanır, böylece üstteki yaprakların büyümesine zaman tanınmış olur. Sonra ikinci el yani bir üst sıradakiler. Üçüncü ele sıra geldiğinde artık ağustos başı gelir. Sıra dördüncü ele geldiğinde ise ağustos sonu gelmiştir ve sadece tepedeki küçük yapraklar kalmıştır, bu yüzden eylülde tütün fidanları artık cascavlak görünür.
Sabaha kadar uykusuz tütün kıran tütüncülerin çilesi güneşin doğması ile de bitmez. Çünkü kırıldıktan sonra köfünlere doldurulan tütünlerin çoğunlukla eşek arabalarıyla bir an önce eve ulaştırılması ve güneş yükselmeden “sergilere” asılması gerekir. Sergi denilen yerler tütünlerin dizili olduğu kargıların kurutulmak üzere sıralandığı ızgaralardır. Tütünlerin kargılara asılması için öncelikle iğnelere dizilmesi gerekir. İşte bu çok oyalayıcı bir iştir. Sabah eve gelen tütün yapraklarının tek tek bu 60 cm’lik iğnelere dizilmesi bayağı bir uğraş gerektirir. Sonra iğnelerden geçirilmiş sicimlerle bu tütünler hanımların kolyesi gibi desteler halinde dizildikten sonra bu kargılara bağlanır. Bir kargıda beş iğnelik tütün destesi bulunur.
İşin bu kısmını çok iyi bilirim. Çünkü eğer aile kalabalık değilse kendi tütününü öğleye dek dizemez. Bu durumda ya komşular uykulu gözlerle birbirlerine yardım ederler ya da para ile başkalarına dizdirirler. İşte burada çocuklara da iş düşer. Çocukluğumda ben de kargısı beş kuruştan çok tütün dizmişimdir. Büyüklerden ilk öğrendiğimiz tütünlü ellerimizi ağzımıza götürmememizdir. Bunu özellikle sıkı sıkıya tembih ederlerdi. Çünkü tütüne temas eden o küçücük ellerimizde tütünün zifiri kalırdı. İşte bu zifirde Folidol artığı olabilirdi. Tütünü zararlı böceklerden korumak için kullanılan Folidol son derece zehirli bir tarım ilacı idi. Tütün konusunda ilk öğrendiğimiz şey bu zehirden korunmaktı.
Tütün dizmenin de kendine göre incelikleri vardır. İğnenin tek tek bütün yaprakların ortasındaki ana damarının içinden geçmesi gerekir. Yoksa tütünler ipte asılı kalmaz ve dökülür. Tabii ki iğneyi her bir yaprağın damarından tek tek geçirdiğinizde de iş üremez, para kazanılmaz. Bu yüzden kimi uyanıklar işi üretmek için birkaç yaprağı birden alıp, ana damara özen göstermeden dizerlerdi. Bir an önce işini bitirip de parasını almak isteyen bu uyanıkların yakalanması ise hiç de zor olmazdı. Çünkü tütün sahibi ipe dizili yaprakları şöyle aşağı doğru sıvazlandığında iğnenin damarından geçirilmemiş yapraklar sapır sapır yere dökülür ve hileciyi ele verirdi. Neyse tütünün hikayesi uzundur. Anlatmakla bitmez. Kurutulması, denklenmesi…vs. Her biri ayrı bir aşamadır. Sonra sonbaharda tütün eksperleri gelip herkesin ürününün miktarını, kalitesini falan tespit eder. Ve büyük gün şubatta gelir çatar: Piyasanın açılması! Herkes o günü büyük bir heyecanla bekler, hatta çok insan geceyi Tekel binası önünde geçirirdi. Tütüncünün eline kaç para geçeceğinin hesaplanması, ancak baş fiyatın açıklanması ile anlaşılırdı. Herkesin aklı tütünde idi, hatta tütüncülük yapmayanların bile. Çünkü esnaf da malını “tütünde ödenmek” üzere satmıştır. Kızlar evlenmek için “tütünü” bekler. Yani piyasanın açıklanmasını. Evin bütün ihtiyaçları mümkün mertebe “tütüne” ertelenir.
Bu tütün konusu uzar da gider, hiç bitmez. İşte bana bütün bunları hatırlatan ve o güzel çocukluk anılarımın, gözümün önünden bir film şeridi gibi akıp geçmesine neden olan, o veletin Folidol sözü olmuştu. Bu söz her ne kadar öncelikle zehirli bir tarım ilacı anlamına gelse de, bizim oralarda herkesin çok iyi bildiği başka bir anlam daha barındırır. Folidol o dönem intiharlarla özdeşleşmiş bir sözcüktü. Nasıl bir dönem Fransız İhtilali denince ölümle özdeşleşen sözcük giyotinse ve düello yapmak nasıl 17. ve 18. yüzyıllarda birini öldürmenin asil bir biçimi sayılıyorsa ya da savaşta ihanet eden askerler kurşuna dizilirlerse, Folidol de bütün bunlar gibi doğrudan ölümü çağrıştıran bir kavramdı. Bu ilaç benim çocukluğumda intihar etmenin en etkili ya da kestirme bir yolu olarak görülürdü.
Bu yüzden bizim oralarda “intihar etmiş” yerine “Folidol içmiş” sözü kullanılırdı. Kimi zaman “Üstüme varmayın Folidol içerim” şeklinde bir tehdit olarak, bazen de mesela kaynanasından bıkan bir yeni gelinin “Folidol içesim geliyor” diye kahretmesi olarak duyulabilirdi. Kısacası işte bu çocuğun o Folidol lafı beni Seher ile Recep’in hazin hikayesinden alıp ta çocukluk yıllarıma ve o küçük Ege kasabasına götürdü.
O arada motor soğumuş olmalıydı. Su deposunun kapağını açtım. Tulumbadan çektiğim suyu depoya doldurdum. Sorun çözülmüştü, rahatlamıştım. Çocuklara veda ettim.
Yokuşun başına geldiğimde artık köy ayaklarımın altında gibiydi. Uzaktan oldukça sevimli görünüyordu. İçimden burada biraz soluklanmak geçti. Köy kahvesinin önünde durdum. Duvarları kireç boyalı tipik bir köy kahvesiydi, ne eksik ne de fazla. İçeride 7-8 tahta masa vardı. Yaz ve öğle vakti olduğu için de oldukça tenha idi. Belli ki köylü işinde, gücünde olmalıydı. Kahveci “Buyur beyim hoş geldin” dedi. Sonra ne içeceğimi sordu, ayran istedim. Bu sıcakta iyi giderdi.
Aklımda hala biraz önceki velet vardı. Seher ile Recep’ten söz ederken ne kadar da kendinden emindi. Gerçekten de onun dediği gibi bütün köy bu hikayeyi bilir miydi acaba? Bu genç aşıklara Folidol’ü içiren sebep ne olabilirdi ki?
O sırada kahveci kalaylı, saplı bir bakır tasta ayran getirdi. Ayranın köpükleri tasın ağzını kaplıyordu:
– Buyur beyim, afiyet olsun.
“Sağolasın, ellerine sağlık” dedim. Kahveci alışılmış bir eda ile sordu: “Başka bir arzun, isteğin?”
– Yok, sağol, diyerek teşekkür ettim. Kahveci tam arkasına dönüyordu ki “Şey… Bir sorum olacak” dedim. Bu sözler ağzımdan o kadar kendiliğinden döküldü ki, adam “Buyur beyim” dediğinde bir an durakladım. Soruyu daha kafamda toparlamamıştım bile.
– Seher ile Recep’in hikayesini bilir misin?
Kahvecinin yüz hatları birden değişti. Belli ki çok şaşırmıştı ve kahvedeki yabancıdan böyle bir soruyu hiç beklemiyordu. Bir süre hiçbir şey söylemeden yüzüme baka kaldı. Sonra toparlandı, yüzündeki çizgiler değişti. Ama bu seferki ifade şaşkınlıktan çok duygu ya da hüzün yüklüydü:
– Beyim bilirim bilmesine de, dedi sonra köşedeki masadaki birini işaret ederek “Şerif Ağa o hikayeyi bizden daha iyi bilir”. Zaten kahvede birkaç kişiden başka müşteri yoktu.
İşaretlediği masada yaşı 80’e yakın bir köylü oturuyordu. Şerif Ağa kısa ak sakallı, gözlüklü bir ihtiyardı. Kahvecinin onun masasını işaret ettiğini o da fark etmişti. Bana bakıyordu.
Masasına gittim:
– Selamün aleyküm ağam, iznin olur mu?
Şerif Ağa saygıyla doğruldu, elini göğsüne götürüp de “Estağfurullah bey” derken, bir taraftan da karşısındaki boş iskemleyi gösteriyordu. Ben gösterdiği sandalyeye otururken, kahveci sözü bana bırakmadan “Bey, Seher’le Recep’in hikayesini soruyor” dedi.
Bu sefer Şerif Ağa’nın yüz hatları derinleşti sonra yüzüme dikkatle baktı:
– Sen nereden duydun ki evlat?
Ben de arabamın bozulduğunu, salkım söğütün oradaki tulumbanın başında yarenlik ettiğim çocuklardan işittiğimi ve meraklandığımı anlattım. “Oldu, anlatalım” dedi. Belli ki bu hikayeyi anlatmaya çok alışkındı. Önce elini cebine attı ve sigara, tabakasını çıkardı. Alışkın hareketlerle sol elinin işaret ve orta parmağı üzerine ince sigara kağıdını yerleştirdi. Sonra bir tutam tütünü özenle bu kağıt üzerine yaydı ve sardı. Daha sonra dudaklarına götürdü ve dili ile kağıdı yapıştırdı. Bütün bu işlem belki bir dakika bile sürmedi. Çakmağı uzattım. Derin bir soluk çekti ve anlatmaya başladı:
– Aslında bizim köyde bu hikayeyi bilmeyen yoktur. Ama o olanların şahitleri bir bir azaldıkça sonradan gelenler bizim ağzımızdan dinler oldular. Devam etti: “Arap Hüseyin uzaktan akrabamız olurdu”. O bunu söylerken, yüzümdeki “O da kim ola ki?” sorusunu yakalamıştı. Kendiliğinden yanıtladı: “Recep’in babası.” Sonra devam etti: Üst sokakta otururdu. Köylük yer, herkes birbirini tanırdı.
Sonra durdu, kısa bir sessizlik oldu, derken elindeki sigaradan çok derin bir soluk çekti. O kadar derin bir soluk ki uzun süre duman geri çıkmadı. Hiç çıkmayacak sandım. Derken bir solukta anlattı.
Efendim Şerif Ağa’nın anlattığına göre Arap Hüseyin köyün orta halli çiftçilerinden biri imiş. Herkes gibi o da tütüncülük yapıyormuş. Recep 6-7 yaşlarında iken eve bu Seher kızı getirmiş. Anlattıklarına göre Seher kimi kimsesi olmayan küçücük bir yetimmiş. O zaman bütün köy bu hareketinden dolayı Arap Hüseyin’i çok takdir etmiş. Seher’le Recep aynı evin içinde kardeş gibi büyümüşler. Gel zaman git zaman Recep aslan gibi yiğit bir delikanlı olmuş, Seher de fidan gibi güzel mi güzel bir genç kız. Recep askerden döndüğünde nasıl olmuşsa olmuş bu gençlerin yüreğine aşk ateşi düşmüş. Hem de ne ateş. Kor gibi yakar mı yakar. Tütün kırarken Seher’in söylediği yanık türküler köyde herkesin dilinde imiş. Bu kara sevdayı duymayan kalmamış.
Tam bu sırada deminden beri Şerif Ağa’nın anlattıklarına kulak kabartan arka masadaki kasketli adam dayanamadı ve “Selamün aleyküm” deyip bizim masaya ilişti. Şerif Ağa “Aleyküm selam” anlamında başını salladı ama ona hiç bakmadan hikayeye devam etti. Recep’in yüreği bu sevdaya dayanamaz olmuş ve bir gün babasına gidip Seher’i ne kadar sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini anlatmış. O sırada masamıza gelen kasketli adam da başını sallayarak Şerif Ağa’nın anlattıklarını onaylıyordu.
Recep yana yakıla sevdasını anlatıp, babasından evlenmek için izin isteye dursun babası buna şiddetle karşı çıkmış. Önce nedenini pek söylemek istememiş. Sonra da Recep’in dayanılmaz ısrarı sonucu ona o güne kadar sakladığı müthiş sırrını açıklamak zorunda kalmış. Bu Seher kız aslında Arap Hüseyin’in bir gençlik hatası imiş. Nasıl olmuşsa olmuş işte. Tabii köylük yer, kimselere söyleyememiş. Seher’in o yakın köydeki gencecik anası da kısa bir süre sonra veremden ölmüş. Ne var ki Seher’in babasının kim olduğunu kimselere söylememiş. El kadar bebek yaşlı ve hasta olan anneanneye kalmış. Başka kimseleri de yokmuş. O da kısa süre sonra ruhunu teslim edince Seher kız iyice kimsesiz kala kalmış. Arap Hüseyin de sevaptır deyip, garibi evlatlık almış. O güne kadar da Seher’in Arap Hüseyin’in gerçek kızı olduğunu hiç kimse bilmemiş. Aslında Recep’in bu dayanılmaz ısrarı olmasa yine de kimseciklerin haberi olmayacakmış. Sonuçta Arap Hüseyin kendini bunca çaresiz hissedip, o güne değin özenle gizlediği bu büyük sırrı oğluna açmak zorunda kalmış ve ilave etmiş: “Evlat işte bu yüzden Seher’le evlenemezsin. Çünkü o senin öz kardeşin.”
Recep öyle bir yıkılmış ki anlatılır gibi değil. Dünyası zindan olmuş.
Seher’e gelince. O babasıyla konuşmasından sonra, Recep’inden güzel haberi bekleyip, düğün hesapları yaparken, bu inanılmaz haberi alır. Seher’in kederi tariflere sığmaz, yıkılır.
Şerif Ağa cıgarasından derin bir soluk daha çekti ve devam etti: “Seher’i Recep’ten bu haberi aldığının ertesi sabahı o ardıç ağacının altında buldular.Yanında da yarısı içilmiş Folidol şişesi.”
O zamana dek sözünü kesmemiştim. Bu sefer dayanamadım:
– Hangi ardıç ağacı?
Sol elinin parmaklarını “dur acele etme” anlamında açtı, sonra hikayesine devam etti. Seher’i beyaz gelinliği ile gömdüler. Recep de cenazedeydi.
Ertesi gün de Recep’i aynı ardıçın altında buldular. Yanında da yarısını Seher’in tükettiği Folidol şişesi.
O zaman kadar lafa hiç karışmayan kasketli ilave etti:
– Bir rivayete göre de aslında Seher’in Recep’in kardeşi falan değilmiş, bu onların evliliklerini hiç istemeyen Arap Hüseyin’in uydurduğu bir yalanmış. Oğlanı bu evlilikten caydırmak için. Seher intihar edince Arap Hüseyin dayanamamış ve oğluna bu yalanı evliliklerini engellemek için kendisinin uydurduğunu söylemiş. Recep de işte asıl o zaman yıkılmış. Seher’inin yok yere canını kıydığını öğrenince, “Onsuz yaşayamam” deyip, o da canına kıymış.
Şerif dayı, kasketliyi doğruladı: “Evet öyle diyenler de oldu. Bilmem hangisi doğrudur.” dedi. Sonra anlatmaya devam etti: “Onları köy mezarlığına yan yana gömdük.” Kasketli de başıyla tasdikledi.
– O ardıç var ya… Tekrar sözünü kestim: “Hangi ardıç?”
– İşte köy çıkışındaki ardıç. Önce Seher’in, sonra Recep’in altında Folidol içtiği… Bir haftada kurudu. O ulu ağacın bütün yaprakları bir haftada tek tek döküldü. Derken bir süre sonra dalları kurudu. Aslında köylüye kalsa o ağacı hiç kesmeyeceklerdi. Seher’le Recep’in hatırasına. Ama dalları iyice kurumuştu, birinin başına düşüp yaralayabilirdi. Köylü istemeye istemeye kesti ardıçı. Ama yine de kökünden kesmeye kıyamadı. Gövdesini bir adam boyu kadar orada bıraktı. Seher’le Recep’in hatırası unutulmasın diye.
Kasketli olan ilave etti. Sonradan o kuyuyu Arap Hüseyin açtırdı. Gençlerin adını yaşatmak için. Hayrat olsun diye. Bu yüzden oraya “Aşıklar Çeşmesi” denir.
Meseleyi şimdi anlayabilmiştim. Demek ki salkım söğütün dalları arasından hayal meyal seçebildiğim ve bir kütüğe benzettiğim şey, o ardıçın gövdesiymiş. O ulu Ardıç bir haftada kuruyunca genç aşıklar köylü nazarında adeta ermiş mertebesine yükselmiş. Hatta zaman zaman aşıklar çeşmesinde mum yakanlar bile olurmuş. Daha sonra orası sevdalıların gizli gizli buluşma yeri olmuş.
Şerif Ağa’nın gözleri buğulandı. Dudaklarında kırık bir tebessüm şekillendi:
– Sonradan aşıkların başlarına bir ardıç diktik. Şimdi altında yan yana yatıyorlar.
Bu hazin öyküden çok etkilenmiştim. Folidol… Çocukluğum… Şimdi aileden biri gibi gördüğüm Seher’le Recep. Boğazımda bir şeyler düğümlendi. Artık daha fazla ne sormak istiyordum, ne de dinlemek. Zaten hikayede de başka anlatacak bir şey de kalmamış olsa gerek. Ayağa kalktım. “Bana müsaade ağalar” deyip kapıya yöneldim. Kasketli ile kahveci beni arabama kadar uğurladılar. Arabamın dikiz aynasından ikisinin de kahveye geri dönmelerini gözledim. İçeri girdiklerine emin olduktan sonra ilk sokaktan sağa döndüm. Ara sokakları geçip, kahvenin arkasından dolandıktan sonra patikaya benzer bir toprak yoldan ana yola ulaştım. 500 metre sonra Aşıklar Çeşmesi’ndeydim. Çocuklar gitmişlerdi.
Arabamdan indim. Salkım söğüdün arka tarafına yöneldim. Burada çapı bir metreye yakın bir ağaç gövdesi bulunuyordu. Boyu da aşağı yukarı bir insan boyundaydı. Bu acılı ardıçın gövdesi yazılarla doluydu. Belli ki zaman içinde kabukları döküldüğü için üzerine kolaylıkla yazı yazılabiliyordu. Yazılar birbirine geçmişti. Kalpler… Oklar… Sermin ile Oktay, Şebnem ile Mustafa… seçebildiklerim. Ve gövdenin tam üstünde bıçakla kazınmış iki iri harf: R ve S.
Bu kuru ardıç gövdesi bana sanki kutsal bir anıt gibi görünüyordu. Seher’le Recep’in hüzünlü öyküsü beni içine çekiyordu. Oracıkta gözüme ilişen iki yabani papatyayı ağacın üstüne bıraktım.
Biraz sonra tekrar köyün içinden geçtim. Bu sefer hiç kahveye doğru bakmadım bile. Köy çıkışında bir tabela gözüme ilişti: Köy Mezarlığı. Sonra da selvilerin arasında kolaylıkla ayırt edilebilen bir ardıç ağacı.
Ardıcın dalları hafif hafif kıpırdıyordu.
Penceremi açtım ve Seher’le Recep’e el salladım.