Şimdiki gençler pek bilmezler ama eskiden ciltçilik diye bir meslek vardı. Bu işi yapanlara da mücellit denilirdi. Zamanla ciltçilik de keçecilik, semercilik, saraçlık…vs. gibi kaybolan meslekler arasına girdi. İşte Cellit Efendi de gençliğinde kasabada bir ciltçinin yanında çalışmış. Zamanla ev bark sahibi olup da, ciltçilik ev geçindiremez hale gelince köyüne “Mücellit Mehmet Efendi” olarak geri dönmüş.
Mücellit Mehmet Efendi çocukları çok sevdiği için cebinden şekeri, gofreti ve onların seveceği şeyleri hiç eksik etmezmiş. İşte bu yüzden çocuklar hep yanında yöresinde dolanır, mücellit demek onlara pek uzun geldiğinden, “Cellit Amca… Cellit Amca” diye peşini bırakmazlarmış. Gel zaman git zaman bütün köy bu kelimeyi benimsemiş, Mücellit Mehmet Efendi’nin adı kısalmış ve “Cellit Efendi” kalmış. Hacca gidip geldikten sonra da, haliyle “Hacı Cellit” olmuş.
Köyde onu tanımayan, sevmeyen yoktur desem yeridir. Bu köy irilerine şimdilerde belde diyorlar. Artık bizim Orhanlı da bir belde. Ama benim dilim bu belde lafına pek alışamadı, ben hala köy deyip geçiyorum işte.
Hacı Cellit’in iki oğlu meslek sahibi olunca bir daha köye dönmedi. Tek kızı da yakın köylerden birine gelin gitti. Atadan kalan arazileri onu rahat rahat geçindirmeye yetmekteydi. Yani pek geçim derdi yok denilebilirdi.
İşte bu bizim Hacı Cellit bir gün Nihat’ın kahvesinde otururken, iki yabancı gelir. Kahveciyle bir şeyler konuşurlar, Nihat’ın parmağıyla Cellit Efendi’yi göstermesi üzerine “Selamünaleyküm”ü çekip, yanındaki sandalyeye ilişirler. Selam kelam faslı bitince “Hacı amca biz traktör ticareti yapıyoruz, senin satılık bir Fiat motor varmış da…” diye lafa girerler. Yabancıların bu lafına karşı Cellit Efendi öyle bir “Hadi yahu” çeker ki yan masadaki Avcı Recep bile başını okuduğu gazeteden kaldırıp kulak kesilir. O sırada gelen garson Recep’i perdeleyince adamlardan kısa boylu ve çakır gözlü olanı alçak sesle “Asıl dava bu değil ama biraz sakin bir yerde konuşsak” der. Konu anlaşılmıştı. Belli ki bu iki yabancının başka bir derdi vardır. Çaylar içildikten sonra kalkarlar. Kahvenin önüne çıkınca Cellit Efendi adamlara “Hayrola” der gibi bakar. Kısa boylusu kısık bir sesle yineler:
– Biraz sakin bir yerde oturup konuşsak.
Cellit Efendi:
– Gelin Saim’in kahvesine gidelim, orası her zaman daha tenhadır.
Biraz sonra Saim’in kahvesindeydiler. Çaylar geldikten sonra, uzun boylu, bıyıklı olan pat diye:
– Hacı amca gözün aydın, başına talih kuşu kondu.
Cellit Efendi gülerek:
– Etme evlat. Bu yaştan sonra bizim başımıza devlet kuşu konsa ne fark eder ki.
Uzun boylusu bastırdı:
– Müsaade buyur da anlatalım nasıl bir kuş olduğunu ve cevabı beklemeden kısa boylu olana dönüp: “Anlat Adem.”
Adem kısa bir iç geçirmeden sonra gözlerini Cellit Efendi’ye dikerek ve alçak bir sesle anlatmaya başladı:
– Babam rahmetli birkaç kez dedemden kalan bir haritadan söz etmişti. Hatta ben de o haritayı bir iki kez görmüştüm. Babamın anlattığına göre haritanın hikayesi şöyle imiş, Yunan kaçarken, dedemin çok yakın arkadaşı olan Niko ona gelip: “Bak Nazif Efendi biz şimdi kaçıyoruz ama inşallah bir gün tekrar geleceğiz”, demiş. Sonra da ona yanlarında taşımaya çekindikleri bir altın heykeli bu yakınlarda bir araziye gömdüğünü söylemiş. Sonra cebinden çıkardığı bir kağıdı göstererek, o yeri gösteren bir harita çizdiğini de ilave etmiş. Dedemin o haritayı incelemesine fırsat vermeden, haritayı verevine bir köşesinden öbür köşesine yırtmış. O iki üçgen parçanın bir parçasını cebine yerleştirmiş, öbürünü de dedeme uzatarak “Döndüğümde bu hazineyi birlikte çıkarıp paylaşacağız” demiş.
Adem bütün bunları anlatırken çok heyecanlanmış görünüyordu. Devam etti:
– Ama ne gelen olmuş, ne giden. Dedim ya ben bu hikayeyi rahmetli babamdan dinlemiştim.
Adem bir an durdu ve dinleyen başka birileri var mı diye etrafa kaçamak bir göz attıktan sonra yine kısık sesle devam etti:
– İşte geçenlerde bir gavur çıkageldi. Önce bizim oraya gitmiş. Fırıncı Nazif’i daha doğrusu çocuklarını aramaya. Fırıncı Nazif dediği dedem oluyor. Ona Nazif’in oğlunun bile öldüğünü söylemişler. “Onun çocuğu yok mu” diye sorunca da benim adresimi vermişler. Adı Aleksi imiş. Dedemin arkadaşı Niko’nun torunu oluyormuş. Anlattığına göre babası ömrü boyu hep doğduğu toprakların özlemi ile yaşamış ve hep bir gün buralara dönmekten söz etmiş. Ama ömrü vefa etmemiş. İşte ölümüne yakın bu Aleksi’yi çağırıp, bizim buralara babasının gömdüğü altın heykeli anlatmış ve ona Niko’nun dedesinin çizdiği o yarım haritayı vermiş. Oğluna “Benim ömrüm yetmedi, git heykeli sen çıkart” demiş.
Hacı Cellit derin bir “Allah Allah” çekti. Sonra kendi kendine söylendi:
– Demek bu Aleksi o altın heykelin peşinde.
Adem hızını almıştı bir kere:
– Aslında ben haritanın bizdeki parçasını kayıp sanıyordum. Zaten çocukluğumda bir ya da iki kez görmüştüm. Meğer anam sandığının en dibine saklamış bunu. Yani ben de Aleksi geldikten sonra sordum anama.
Hacı Cellit sakalını sıvazlarken “Hımm… anladım” dedi ve ilave etti: “İki harita birbirini tamamlıyordu.”
Adem “Elbette hacı amca” deyip, heyecanla cebindeki haritayı çıkarır.
Bu gerçekten de iki üçgen parçadan oluşan ve arkasından bantla yapıştırılmış bir harita, daha doğrusu bir kroki idi. Üzerinde işaretler, oklar… vs. vardı. Birkaç yerinde Arap harfleriyle bazı yazılar ve başka bir kalemle de Yunan harfleri ile yazılmış başka yazılar vardı. Hacı Cellit haritayı şöyle bir süzdükten sonra:
– Evlat tamam da bütün bunların benimle ne alakası olabilir ki, dedi.
Bu sefer lafa uzun boylu, bıyıklı olanı karıştı:
– Tam da seninle alakası var hacı amca. Devlet kuşu dediğimiz bu işte, hazine senin arazide!
Hacı Cellit adama alaylı bir şekilde baktı:
– Yahu bunu da nereden çıkarttınız?
Sözü tekrar Adem aldı:
– Aslında biz de sana gelmezden önce emin olmak için çok araştırdık. Sonuçta bu hazinenin senin arazide olduğuna kanaat getirdik.
Hacı Cellit cevap vermedi ama adamın yüzüne hala kuşku ile bakıyordu. Beriki parmağı ile krokideki bir yeri işaret ederek devam etti:
– Burada derenin alt yanında, tepenin üzerinde başka çitlembik ağacı yok.
Hacı Cellit başını salladı:
– Doğrudur. Zaten bu yüzden o küçük tepeye Çitlembik Tepe derler.
Adam kendinden pek emindi:
– Biliyorum, öyleymiş. Buraları çok taradık ama dediğim gibi derenin alt tarafında, hele bir tepe üzerinde başka ulu çitlembik yok. Yalnız aklım bir şeye takıldı.
Hacı Cellit “O da ne” der gibi baktı.
– Bu haritada bir de köprü görünüyor. Ama bu derede öyle köprü filan bulamadık.
Cellit Efendi sigarasından derin bir nefes çekti “Olmaz ya” dedi ve devam etti:
– İkinci cihan harbi zamanıydı. Ben celbimi bekliyordum. Hazır askerdim. Bir kış oldu ki sorma. Ben bu yaşıma kadar öyle kış görmedim. Her yer kar, buz. İşte o bahar dağlardaki, tepelerdeki karlar eriyince bütün buraları sular basmıştı. Bu dere üzerindeki o eski köprü, o yıl bu sellere dayanamamıştı.
Adam uzun bir “Haaa…” çekti. Konu anlaşılmıştı.
Bunun üzerine Adem uzun boylu, bıyıklı olana dönüp, parmağıyla krokide bir yeri işaretleyerek:
– Bak Hamza dayı, demek ki çitlembikten şu tarafa 20 adım yürüyüp, sonra gündoğuya…
Bu sefer meraklanmak sırası Hacı Cellit’te idi. Adama “Nasıl” dedi.
Adam bu sefer hacıya tekrarladı:
– Şu çitlembik ağacından o yıkılan köprüye doğru yirmi adım yürüyeceğiz. Sonra da gündoğuya doğru on adım.
Uzun boylu olanı cümleyi tamamladı:
– Sonra da altın heykeli elimizle koymuş gibi bulacağız.
Adem hemen Cellit Efendi’ye dönüp “Tabii ki yarı yarıya paylaşacağız” dedi. Sonra da ilave etti:
– Biz kendi payımızın yarısını Aleksi’ye vereceğiz.
Hamza sağ elini göğsüne götürdü:
– Biz helal süt emmiş, ehli namus insanlarız.
Hacı Cellit kendi kendine: “Allah Allah… Demek çitlembikten yirmi adım…”
İkisi birden:
– Bu işi bir an önce bitirmeliyiz.
Hacı Cellit bütün bu konuşmalardan bayağı etkilenmişti. Aslında öyle parada pulda gözü olan, hırslı biri değildi. Ama işte kısmet ayağına kadar gelmişti. Üstelik onun bu işte hiçbir riski de yoktu. Aslında buna benzer hikayeleri zaman zaman o da duymuştu. Yani öyle gömü, define bulup da bir anda zengin oluverenleri. Hele bunlardan biri uzaktan akrabası olurdu. Sarı Seyfullah eskiden temizlik işçisi idi. Koca dayının kızını istediğinde, aile “Çöpçü Seyfullah” lafına pek alınmıştı. Kızlarının çöpçüye varması onları pek rahatsız etmişti. İşte bu Seyfullah sonra birden bire zengin oluverdi. Anlattıklarına göre böyle bir gömü bulmuştu. Sonra kasabada evler, dükkanlar almıştı da, o dönem herkes bunu konuşur olmuştu.
Yani hacı aklından “neden olmasın” diye geçirdi.
Uzun boylusu kararlı bir şekilde:
– Hacı amca bu işi bugün sabaha karşı bitirmeliyiz, dedi.
Cellit efendi dudaklarını büzüştürdü:
– Nasıl olacak o iş?
– Nasıl olacak ki, sabah gün ışımadan, millet ortalıklara düşmeden, senin tarlaya gidip…
Hacı sakalını sıvazladı. Kendi kendine söylendi: “İnşallah ele güne rezil olmayız bu yaştan sonra.”
Buna Adem cevap verdi:
– Ne rezilliği hacı amca vezir oluyorsun, vezir. Hazine tarlana kadar gelmiş, kuzu gidip yatıyor. Senin çıkarmanı bekliyor.
Hacı:
– Haydi hayırlısı.
Hamza:
– Hayır, hayır.
Ertesi sabah iki adam hazırlıklarını tamamlamışlardı ve gün doğmadan hacıyı evinden aldılar. Bir süre sonra da Hacı Cellit’in tarlasındaydılar.
Adem cebinden haritayı çıkardı.
Hamza hacıya sordu:
– Hacı amca şu köprünün tam yerini bir daha göstersene.
Hacı Cellit cevap verdi:
– Şu karşıda dere kenarında gördüğün söğüt var ya tam onun berisindeydi.
Hamza Adem’e seslendi:
– Say bakalım yirmi adım.
Adem adımlarını yüksek sesle saydı: “Bir… iki… üç… ve yirmi. Aha burası.” Hamza elindeki cep feneriyle bir daha haritaya göz attı. Adem’e dönerek:
– Şimdi şu sopayı oraya çak.
Adem denileni yaptı.
– Şimdi de gündoğuya doğru on adım yürü.
Adem komuta uydu. Hamza ona kazmayı uzattı.
Adem on, on beş dakika kadar toprağı kazdı. Bayağı bir çukur açılmıştı. Ama görünen hiçbir şey yoktu. Doğruldu, birkaç dakika dinlendi. Sonra biraz daha kazdı. Nafile.
Hamza’ya umutsuzca baktı. Bıyıklarını çekiştirdi, yüzünü buruşturdu. “Allah Allah…” diye söylendi. Hacı Cellit bütün bu olanları sessizce izliyordu. Sabahın ayazında üşüyordu. Paltosunun yakalarını kaldırdı. Ötelerden çakal ulumaları duyuluyordu.
Hamza cebinden tekrar haritayı çıkardı. Hacıya doğru:
– İşte çitlembikten köprüye doğru, diye o sopayı gösterdi.
Cellit Efendi şöyle bir baktı, sonra parmağıyla ileriyi işaret edip:
– Ama köprü şuradaydı, diye düzeltti.
Hamza tekrar adımladı ve sopayı iki adım kadar sola çekti. Sonra tekrar on adım saydı. Şimdi bulunduğu nokta Adem’in kazdığı çukurun 1.5-2 metre ötesindeydi. Elini Adem’e uzattı:
– Ver bakalım şu kazmayı, biraz da ben çalışayım.
Adem bir sigara yaktı. Hamza kazmaya başladı. 50 santim kadar kazmıştı. Doğrulup soluklandı. Sonra tekrar kazmaya başladı. Birkaç kazma darbesinden sonra Hamza’nın “Allah” diye bağırmasıyla Adem ve Hacı Cellit kulak kesildi. Hamza devam etti:
– Kazmanın ucu bir boşluğa girdi.
Berikiler çukura yaklaştı. Dikkatle Hamza’yı izlemeye başladı.
Adem uyardı “Aman dayı heykeli zedeleme”. Hamza’nın kazdığı toprağı, Adem kürekle atıyordu. Bir süre sonra toprağı elleriyle eşelemeye başladılar. O sırada Hamza’nın avuçları arasında bir yuvarlak cisim göründü. Bu heykelin başı olmalıydı. Sonra her ikisi birden heykele zarar vermemeye çalışarak on beş, yirmi dakika daha uğraştılar. Sonunda heykel ellerindeydi. Hamza cebinden mendilini çıkarttı. Heykelin üzerindeki toprak artıklarını sildi. Bu sağ eliyle kucağındaki çocuğu olan bir kadın heykeli idi. Kadının öbür elinde üzerinde yapraklar bulunan bir dal vardı, sırtındaki pelerin topuklarına kadar uzanıyordu. Heykel aşağı yukarı 60-70 santim kadardı. Üzerindeki son toprak kırıntıları da iyice temizlenince heykel bütün güzelliğiyle ortaya çıkmıştı. Yeni günün ışıkları şimdi bu heykeli aydınlatıyordu.
Hacı Cellit’in adeta nutku tutulmuştu. Hiç konuşmuyordu ya da konuşamıyordu.
Hamza telaşlı bir şekilde:
– Haydi burada daha fazla oyalanmayalım, bir gören falan olmasın, dedi.
Sonra aceleyle etraftaki toprakları aceleyle kazdıkları çukurlara doldurup, dikkat çekmemesi için üzerini çalı çırpı ile kapattılar.
Heykeli arabanın bagajına yerleştirirken Hamza “En az yirmi beş kilo” dedi.
Hacı Cellit neden sonra ilk kez konuştu:
– Şimdi ne olacak?
Soruya Hamza cevap verdi:
– Esas mesele de bu. Ama kimse kusura kalmasın ben biraz evhamlı adamımdır.
Hacı Cellit, Hamza’nın yüzüne “Yani nasıl” der gibi baktı.
Hamza devam etti:
– Hacı amca senin şöyle güvendiğin, ağzı sıkı bir kuyumcu tanıdığın var mı?
Hacı Cellit cevap verdi:
– Var ne olacak? Kasabada sarraf Hayri var. Hem mahallemizin çocuğu, hem de asker arkadaşım.
Hamza heykeli sol elindeki daldaki yapraklardan en alttakini kopardı ve hacıya uzattı:
– Şimdi sen bunu alıp doğru o sarraf Hayri’ye gidiyorsun. Bakalım hakikaten altın mı? Altınsa kaç ayar? Ne demişler parayı yolda bile bulsan sayacaksın.
Adem “Doğru” diye lafa karıştı.
Hamza devam etti:
– Ben işimi kış tutayım da, yaz çıkarsa bahtıma.
Hacı da Hamza’nın heykelden kopardığı parçayı cebine yerleştirirken “Doğru” diye söylendi.
Arabayla köye doğru ilerlerken Adem hacıya dönüp:
– Hacı amca önce şu emaneti senin eve götürelim. Sen evde emniyetli bir yerde gizle. Sonra hiç vakit kaybetmeden kasabaya git ve sarraf Hayri’ye cebindeki parçayı göster. Hele hakiki mi ve kaç ayarmış önce bunu bir öğrenelim. Biz seni köyde bekleyelim.
Hacı Cellit “Tamam evlat” dedi. Bir çuvala sarılı heykeli evde merdiven altındaki ayakkabı, ufak tefek ev aletleri konan dolaba koydu. Önüne de bir un çuvalı yerleştirdi. Üzerlerini bir örtü ile kapattı. Sonra köy minibüsü ile kasabaya gitti.
Öğle olmadan Hayri’nin dükkanındaydı. Durumu Hayri’ye anlattı. Hayri şaşırmıştı, bunca yıllık tanıdığı Cellit Efendi’den hiç böyle bir şey beklemiyordu. “Ama bu dünyada olmayacak şey yok” diye düşündü.
– Hele ver bakalım şu parçayı.
Cellit Efendi heykelden kopan parçayı cebinden çıkarttı. Hayri önce elindeki parçaya şöyle bir baktı, sonra daha iyi ışıkta görebilmek için dükkanın kapısına doğru bir iki adım attı. Parçayı tekrar evirip çevirdi. Sonra “Bir dakika” deyip, paravanla ayrılmış iç tarafa geçti. Bir iki dakika sonra geldi:
– Azizim bu yirmidört ayar altın.
Hacı Cellit’in gözleri parladı. Arkadaşına aceleyle teşekkür edip dükkandan ayrıldı. Yine minibüsle Orhanlı’ya döndü. Adem’le Hamza, Saim’in kahvesinde onu bekliyorlardı.
Hacıyı kapıda görünce ikisi birden ona seyirtti:
– Hayrola?
Hacı Cellit’in yüzünü koskoca bir tebessüm kaplamıştı:
– Her şey yolunda evlat, mesele yok, dedi. Hem de yirmi dört ayarmış.
Hamza keskin bir ıslık çaldı, Adem de “Eeehhh” diye acayip bir ses çıkarttı. Bir süre sessizlik oldu. Sonra çaylar yenilendi.
Sessizliği Hamza bozdu:
– Hacı amca şimdi nasıl yapalım dersin?
– Valla evlat bilmem ki… Her şey tamam da bundan sonrasını hiç düşünmedim daha. Her şey öyle çabuk oldu bitti ki.
Lafa Adem karıştı:
– Hacı amca doğru söylersin de, mesele bizim için o kadar yeni değil tabii. Biz uzun zamandır bu işi araştırıp, iz sürdük. Bir sürü planlar yaptık. Tabii bu ara Aleksi de bizden haber bekliyor. Hamza düzeltti:
– Yani payını alıp, memleketine dönmeyi bekliyor.
Hacı ikisine birden sordu:
– Peki sizin düşünceniz nedir?
Hamza ağır ağır biraz da kısık sesle konuşmaya başladı:
– Hacı amca şimdi bu heykel aşağı yukarı yirmibeş kilo olduğuna göre… Adem lafını kesti:
– Bence yirmi beş yoktur ama yirminin üstündedir.
Hamza devam etti:
– Evet yirmi ya da yirmi beş kilo üstelik de yirmi dört ayar olduğuna göre bunun parasıyla bütün köyün arazisi satın alınır.
Hacı Cellit’in gözleri ışıldadı:
– Öyle mi dersin?
Adem lafa karıştı:
– Belki fazla bile eder, sonra devam etti:
– Şimdi ben diyorum ki her ne kadar bunun yarısı bize aitse de, neticede bu senin arazinde çıktı. Yani bizden çok sana ait diye düşünüyorum. Benim aklıma gelen şu oluyor: “Şimdi sen bize hakkımız kadarını ver, mal sende kalsın”. Hamza tamamladı:
– Tabii biz de onun yarısını Aleksi’ye vereceğiz.
Hacı gülümsedi:
– Evlat iyi söylersin, hoş söylersin de ben de nerede o kadar para?
Lafı tekrar Adem aldı:
– Hacı amca sen iyi bir insansın. Bak bize hiç zorluk çıkartmadın. Biz de seni üzmek istemeyiz. Hem bu malda senin hakkın bizden daha fazla. O zaman sen bize bulabildiğin kadar para bul. Biz paramızı bir an önce alıp, hellalleşelim. Sonra sen kendi hakkınla nasıl istersen öyle yap.
– Evlat tamam da dediğim gibi ben bunun yarısı kadar parayı nasıl bulurum?
Bu sefer Hamza bir elini hacının omuzuna koyup:
– Biz de o kadar tamahkar insanlar değiliz be hacı amca. Bulabildiğin kadar işte.
Hacı yine sus pus oldu. Sessizliği Adem bozdu:
– Hacı amca senden istediğim, gözünü seveyim bu işten kimseye bahsetme, bu iş dallanıp budaklanmasın. Biz iki gün sonra geleceğiz toplayabildiğin kadar parayı topla, sonra da helalleşiriz.
Hacı Cellit bir an düşündü ve “Tamam” dedi. Öyle ya burada kendi adına hiçbir riziko yoktu. Sonuçta heykel onun elindeydi. Bu insanlara da bulabildiği kadar parayı bulup verecekti. Ama nasıl?
Şimdi işte bu soru onun beynini kemiriyordu. Bu kadar parayı nasıl bulacaktı? Bir an aklına “Dutönü tarla” geldi. Bu köye çok yakın on beş dönümlük bir arazi, yamaçtaki karadutun altındaki tarla idi. Ata yadigarı bu tarla üst taraftan Hacı Kasımlar’a komşudur. Uzun zamandır Hacı Kasımlar’ın Seyit bu tarlanın peşinde idi. Ama Seyit ne kadar ısrar etse de Hacı Cellit bugüne kadar Nuh demiş, peygamber dememişti. Hatta Seyit’in bitmek tükenmez ısrarlarına karşı pazarlığa bile yanaşmamıştı. Oysa besbelli ki Seyit ne istese verecekti. Sözün kısası para temin etmek konusunda aklına gelen ilk yol bu tarlayı elden çıkarmaktı. Aslında bu tarlayı satmak hiç istemediği bir şeydi. Ama ne demişler “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez.”
Bir an o ulu dut ağacı gözünün önüne geldi. Çocukluğunda onun altında yemek yemeleri. Anasının kurduğu salıncak. Hey gidi günler. Ağustos sonlarında, çilek iriliğinde ve biraz mayhoş olan bu karadutun yemesine doyum olmazdı. Gerçi o dönem sinekler de azardı ama olsun, onun dutu gibisi yoktu oralarda. Bir de karısı karaduttan şurup yapar, yedi derde deva bu şifalı şurup, bütün köye yeterdi. Özellikle çocukların ağızlarında çıkan pamukçukların tedavisinde bu şurup gibisi yoktur.
Peki bu dutönü tarla tamam da başka nasıl para bulabilirdi. Bir de aşağı tarlayı elden çıkarabilirdi. Ama bu tarla öbürü kadar para etmezdi. İçinden kıs kıs güldü. Sonra “Etmez ama” diye söylendi, “İçinden hazine çıkar… heh he.” Bir de traktörü sattı mı tamam işte. Biraz da hanımın ziynetleri, takıları… Son yıllarda onları zaten hiç kullanmıyordu.
Paraya çevrilebilecek mal varlıklarını tekrar aklından geçirdi: Dutönü tarla, aşağı tarla, traktör ve ziynetler. Sonra “Biliyorum bütün bunlar o heykelin yarısını karşılamaz. Ama ne yapayım benim gücüm de bu kadar işte” diye söylendi.
O akşam bütün bunları tekrar tekrar aklından geçirdi, ölçtü, biçti, bir daha düşündü. Yapacak başka bir şey yoktu. Böyle bir fırsat insanın karşısına hayatında bir kez gelirdi. Bütün hesap ortadaydı: İki tarla, bir traktör ve biraz da mücevhere karşı bir altın heykel. Hem de yirmi dört ayar. Artık burada tereddüt edecek bir şey yoktu. Yatakta gözüne uyku girmiyordu. Kalktı, merdiven altına gitti. Işığı yakmadan, örtünün üzerinden heykelini yokladı. İşte oradaydı, masum ve sessiz.
Ertesi gün planını uygulamaya koydu. Tahmin ettiği gibi Seyit onu hiç uğraştırmadı. Gerçi ondaki bu ani fikir değişikliğini bir türlü anlayamadı ama istediği parayı verip dutönü tarlayı aldı. Traktörü satmak da zor olmadı. Çünkü arabalarda olduğu gibi bunların da belli bir piyasası ve üç aşağı, beş yukarı belli bir fiyatı vardı. Öbür tarlayı ha deyince satmak aslında çok kolay değildi ama fiyatı biraz kırınca onu elden çıkartmak o kadar da zor olmadı. Takılar için “Öylece veririm, kendileri paraya çevirsin” diye aklından geçirdi.
Aslında ata mirası toprakları elden çıkartmak içinden bir şeyleri kopartmıştı kopartmasına ama kendini huzurlu hissediyordu. Çünkü yapılması gerekeni yapmıştı. “Her nimetin bir külfeti vardır” diye geçirdi.
İşte her şey tamamdı. Yarın o iki adam gelecek, paralarını alacaklar ve gideceklerdi. Evet, evet gideceklerdi. İşte o zaman o yetmiş santimlik, yirmi dört ayar altın heykel de ona kalacaktı!
O gece uyuması mümkün değildi. Bunu o da biliyordu. Ama yine de uyumayı denedi. Ama nafile, gözünü bile kırpmadı.
Gün ışıyana dek en az beş kez merdiven altına gitti. Ve heykelciğini okşadı. Ne kadar munis bir heykeldi bu. Bir ara aklı “kucağında çocuk tutan, öbür elinde bir dal bulunan” bu kadının kimliğine takıldı. Düşündü, düşündü. “Olsa olsa Meryem Ana’dır” dedi. Sonra “Aman yahu kim olursa olsun” dedi.
Şimdi sorun heykelin kimliği değildi. Sorun bunca parayı nasıl değerlendireceğiydi. Aklından şöyle geçirdi: “Şimdi şu iki adam yarın gelsin ve toparlayabildiğim parayı alıp, bir an önce buralardan gitsin. Sonra da ben işime bakayım.” Sonra yine kendi kendine sordu:
– Peki gerçekten bu adamlar gidince bunca parayla ne yapacağım?
Sonra yine kendi kendini yanıtladı:
– Canım hele bir gitsinler de elbette o parayla yapacak bir şey buluruz.
Sonra yine hayallere daldı. “İlk iş tabii ki şu Recep’e yardımcı olmak. Recep harita teknikeri oldu ve bir devlet dairesinde çalışıyor. İyi çocuktur, hoş çocuktur ama yıllardır ne uzuyor, ne kısalıyor. İlk iş ona başını sokacak bir ev almak. Hatta belki bir de araba. Okan’ı unutmak mümkün değil. Veletin aklı fikri yeni bir bilgisayarda, eskisi yetmiyormuş. Ee, herhalde dedesi bir bilgisayarı ondan esirgeyecek değil artık. Gelini de pek severim, çok halim selim bir kızdır. Artık ona da bir tek taş pırlanta mı desem, yoksa bir çift küpe mi? Münasip bir şeyler düşüneceğiz tabii.”
Kemal aslında üniversite mezunudur, edebiyat fakültesini bitirdi. Ama öğretmenliği bir türlü benimseyemedi. Hiç ilgisi olmayan bir iş yapıyor: Kuru temizleyici. O da hep işlerden ve piyasanın durumundan yakınır. Söylediğine göre biraz sermayesi olsa da yeni cihazlar alabilse, işleri çok açılacakmış. Tamam, şimdi işte tam zamanı! Kaç paraysa alırız o cihazları. Onun ikizleri çok şekerdir. Onları da unutmayacağız tabii. Geline gelince. Bu küçük gelin hep hınzır ve içinden pazarlıklıdır. Biraz da huysuzdur. Oğlumun mutluluğu deyip, bugüne kadar hiç karışmamışımdır ama ne yalan söyleyeyim bu kıza hiç içim ısınmadı. Ama ne fark eder, ayırt etmek olmaz, ona da münasip bir şeyler alacağız elbet.
Kızı için de “Cemile el kapısında, iyisi mi gider anlatırım durum böyleyken böyle. Git danış kocana, ne ihtiyacınız varsa söyle derim” dedi.
Hacı Cellit bu hayallerle biraz uykuya dalar gibi olduğunda neredeyse horozlar ötmeye başlayacaktı.
Ertesi gün öğleye doğru, planlandığı gibi Saim’in kahvesinde buluştular. Selam sabah faslından sonra Hamza:
– Her şey yolunda mı hacı amca?
Hacı Cellit:
– Evet yolunda, Allah sonunu hayır etsin. Gözüyle ayaklarının yanındaki poşeti işaret etti.
Hamza “anladım” anlamında bir işaret yaptı. Çaylar içildikten sonra biraz ilerideki arabaya doğru yürüdüler. Direksiyona Hamza geçti birkaç yüz metre kadar sürdükten sonra tenha bir yerde arabayı durdurdu.
Hacı Cellit ayaklarının arasındaki poşetten önce ince bir kumaşa sarılı bir çıkını çıkardı, sonra poşeti uzattı:
– İşte hepsi burada.
Sonra çıkını uzattı: “Bunlar da hanımı ziynetleri. Altın, bilezik, kolye, küpe… filan.”
Hamza aceleci bir tavırla içinde para olan poşeti açtı. Banknot tomarlarını arka koltuğa şöyle bir yan yana sıraladı. Sonra mücevherlerin olduğu torbayı bile açmadan:
– Tamamdır hacı amca. Az veren candan… deyip arabayı çalıştırdı. O sırada Adem yarım ağızla helalleşip, hacının elini öpmeye çalışıyordu.
Yaşlı adam olanlara bir anlam vermeye çalışırken, iki adam gözden kaybolmuşlardı bile.
Hacı Cellit yalnız başına köye döndü. Eve gitti. Ayakları onu doğru merdiven altına götürdü. Örtüyü kaldırdı, un çuvalını çekti. Heykeli işte oradaydı. Bir elinde çocuk, öteki elinde bir dal ile ve bütün masumiyetiyle ona bakıyordu. İçini bir serinlik kapladı.
Artık işin sonuna gelmişti. Yapılacak iş son derece basitti, heykeli alıp Hayri’ye gitmek. Gerçi saat hayli ilerlemişti ve ertesi günü gitmek daha mantıklıydı. Fakat onun yarını beklemeye sabrı yoktu. Hava kararmadan Hayri’ye ulaşmalıydı. Tabii yirmi beş kiloluk altın bir heykelle köy minibüsüne binmek olacak şey değildi. İyisi mi bir taksiyle gitmeliydi, hem böylece zaman kazanmış olurdu.
Hava kararmadan kasabadaydı ve şansı varmış ki Hayri dükkanı henüz kapatmamıştı. Heykelin bulunduğu çuvalı taksinin bagajından dükkana taşımak için şoförün yardım teklifini kabul etmedi. Ne olur, ne olmaz. Bu devirde…
Alelacele şoförün parasını verip onu bir an önce uzaklaştırdı. Sonra Hayri’ye dönüp, muzaffer bir eda ile:
– İşte getirdim, dedi.
Hayri gülümsedi: “Hayırlı olsun.”
Sonra heykelin bulunduğu çuvalı Hayri’nin de yardımı ile dükkanın iç tarafına taşıdılar. Hacı Cellit heykeli özenle, okşar gibi çuvaldan çıkarttı:
Hayri heykeli görür görmez: “Ama bu…” diye haykırdı.
Hacı Cellit şaşkın bir ifadeyle yüzüne bakınca, önce bir yutkundu, sonra:
– Yani bu hakiki mi acaba, diyebildi.
Hacı Cellit otoriter bir ses tonuyla:
– Hayri biliyorsun ki sana geçen gün heykelin bir parçasını getirdim ve sen yirmi dört ayar altın demiştin!
Hayri bir şeyler demeye daha doğrusu gevelemeye çalışıyordu:
– Şey… Tabii… Evet… Yani dedim demesine de…
Hacı Cellit, Hayri’nin bu haline bir anlam veremiyordu, daha sert bir tonla bir daha üsteledi:
– Hayri senin yirmidört ayar dediğin altın heykel işte bu!
Hayri kendini savunmak zorunda kaldı:
– Hacı evet senin getirdiğin parça yirmidört ayardı. Tamam da… Bu…
Hayri lafı tam burada kesmişti.
Ama hacı lafın peşini bırakmadı:
– Peki bu?
– Vallahi kusura bakma ama bu hiç de öyle görünmüyor.
Hacı adeta gürledi:
– Bak Hayri! Sana getirdiğim parça, dalın şu en alttaki yaprağıydı, görüyor musun?
Hacı o sırada parmağıyla o parçanın koparıldığı yeri gösteriyordu. Hayri oraya bir daha ve dikkatle baktı. Sonra bir de pertavsızla baktı.
Sonra yavaş yavaş, adeta özür diler gibi:
– Sevgili dostum. Evet bana getirdiğin parça buradan kopartılmış, buna şüphe yok. Ayrıca o parça gerçekten de yirmi dört ayar altındı, dedi.
Hacı Cellit kaşlarını kaldırarak, Hayri’nin yüzüne “Ee… O zaman geriye ne kaldı” dercesine baktı. Hayri devam etti:
– Bana getirdiğin parça işte tam da buradan kopartılmış. Sonra elindeki tornavida ile o yaprağın kopartıldığı yeri kazımaya başladı. Daha tornavidayi ikinci sürtüşünde alttaki metalin kırmızı rengi ortaya çıktı.
Hayri kısık bir sesle ve adeta bir suçlu gibi:
– Ama bu bakır.
Hacı Cellit oradaki iskemleye yığıldı.
Gözlerinin önünde yıldızlar uçuşuyordu. Kulakları uğulduyordu. Elini cebindeki ilaç kutusuna attı.
Dilaltı hapları etrafa saçıldı.