Pazar günleri geç kalkmak, belki de yaşamımın tek lüksüdür. O gün de öyle olmuştu. Kalktığımda eşim mutfakta kahvaltıyı hazırlıyordu. Her pazar olduğu gibi, kahvaltıya oturmazdan önce köşedeki bayiden gazetelerimi, sonra da yolun üzerindeki fırından, daha yeni çıkmış sıcacık simitleri alıp, eve dönmüştüm. Bir diğer pazar keyfim de kahvaltı masasında gazete okumaktır. Bu nedenle bu pazar kahvaltıları hep uzar da uzar, ben sofradan kalkarken vakit neredeyse öğleyi bulur. O gün de yine öyle olmuştu, kahvaltıyı henüz bitirmiş, elimdeki keyif çayım ve gazetemle biraz önce, mutfaktan salona geçmiştim. Bir süre sonra tam gazetedeki o heyecanlı yazı dizisine dalmıştım ki, müthiş bir patlama ile yerimden fırladım. Sanki bir şey infilak etmişti. Ne olduğunu hiç anlamamış fakat çok korkmuştum. Şaşkınlıktan bir süre yerimden kalkamamıştım. Elimdeki çay bardağı halıya devrilmişti. Paramparça olan, salonun o büyük pencere camının kırıkları her yere dağılmıştı. Bir süre sonra salonun köşesindeki sehpanın altına yuvarlanan siyah beyaz renkli futbol topunu görünce mesele anlaşılmıştı. İçgüdüsel olarak önce topa doğru bir hamle yaptım. Sonra da elimde top, hışımla pencereye yöneldim.
Gördüğüm manzara beni hiç şaşırtmadı. 11-12 yaşlarında veletler okulun bizim eve bakan arka bahçesinden, ön bahçesine doğru kaçışıyorlardı. Bir kısmı ise çoktan binanın ön tarafına ulaşmışlardı bile, onların ancak sesleri duyuluyordu. Bizim ev bu semtin ortaokuluna komşudur. Okulun esas bahçesi ön taraftadır ve oldukça geniştir. Bayramlarda, hafta başlarında törenler hep o ön bahçede yapılır. Ne var ki bu büyük ön bahçenin tam ortasındaki Atatürk büstünün geniş kaidesi, biraz ötedeki zeytin ağacı ve kenarlardaki taflanlar bu bahçeyi futbol oynamak için uygun olmayan bir alan haline getiriyordu. Bu yüzden mahallenin çocukları futbol oynamak için bu bize yakın olan arka bahçeyi ve doğal olarak da öğretmenlerin okulda olmadığı pazar günlerini tercih ederlerdi. İşte bu çocuklar, o çocuklardı. Yani benim salonun o büyük camını indiren ve hepsi sırra kadem basan. Ama o da ne? Aşağıda 8-9 yaşlarında kısa pantolonlu, kumral, bacakları çırpı gibi, çelimsiz bir velet, o kocaman korku dolu çocuk gözleri ile bana bakıyordu. Hiçbir şey söylemeden, hiç hareket etmeden, hatta hiç kıpırdamadan. Başını omuzlarının içine çekmiş öylece bakıyordu. Konu anlaşılmıştı. O bakışlar bana bir yerlerden tanıdık geliyordu; bu çocuk o topun sahibi idi!
Bu oğlan çocuğu bir an beni aldı ve ta çocukluk yıllarıma götürdü.
Bizim çocukluğumuzda bırakın şimdiki gibi elektronik, uzaktan kumandalı, pilli oyuncaklarla oynamayı, şöyle sıradan herhangi bir oyuncak sahibi olmak bile ayrıcalık sayılırdı. Bu yüzden çoğu özel bir donanım gerektirmeyen saklambaç, birdirbir, çelik çomak gibi sokak oyunlarını tercih ederdik ya da taşlarla oynanan, dama veya benzeri çeşitli oyunlar oynardık. Bu oyunlar için ihtiyacımız olan mekanlar ise alabildiğince sahiplendiğimiz sokaklardı. Tabii büyüklerden biri bizi oradan kovana kadar. İlla ki bir oyuncakla oynamak isteyenler de kendi oyuncağını kendisi üretmek zorundaydı. Mesela bir telin bükülmesi ile elde edilen uzun direksiyonu ile yönlendirilen, iki veya dört tekerlekli arabalar o dönemin gelişmiş teknolojik oyuncakları sayılırdı. Uçurtmalarımızı da unutmamak gerek. Onların da kendimizin yapabildiği ya da büyüklerden yardım istemek zorunda olduğumuz değişik modelleri vardı. Her neyse. İşte o zamanlar bir futbol topuna sahip olmak inanılmaz bir ayrıcalık, anlatılmaz bir keyif demekti. O dönem bütün yaşıtlarım gibi ben de hep bir futbol topuna sahip olmanın hayallerini kurardım. O yıllar bizim kasabada öyle futbol topu, spor malzemeleri satan mağazalar falan yoktu, zaten benim de hiçbir zaman o topu satın almaya yetecek param olmamıştı. Bir gün babam rahmetli annemin rahatsızlandığını, İzmir’e doktora gitmek zorunda olduklarını, belki bir ameliyat gerekebileceğini anlattı. Beni onlar dönene dek bir komşumuza bırakmayı düşündüklerini söyledikten sonra, artık büyüdüğümü ve bana çok güvendiklerini ilave etti. O güne dek hiçbir zaman yabancı bir evde, anne babamdan uzak kalmamıştım. Babamın benden bir cevap beklediğini fark etmiştim. O her ne kadar artık büyüdüğümü, bana güvendiğini söylese bile, aslında o süre içinde bir sorun yaratmadan o komşularda kalıp kalamayacağımı merak ediyordu. Ben de kalabileceğimi söyledim ve fırsatı kaçırmadım: “Ama bir şartla”. Bu şart tabii ki bana İzmir’den getirecekleri bir futbol topu idi. Herhalde 7-8 yaşlarında filan olmalıydım. Komşularla bir sorun yaşamadım. Benim aklım annemin rahatsızlığında falan değildi. Annemlerin İzmir’den dönüşü bir türlü gelmek bilmedi. Aklım sadece rüyalarıma giren o futbol topunda idi.
Bizimkiler bir süre sonra döndüler. Beni komşudan almaya geldiklerinde ilk sorum tabii ki hemen “Topumu aldınız mı?” olmuştu. Bana topumu getirdiklerini söylediklerinde sevinçten uçuyordum. O dakikadan itibaren bir an önce evimize gitmek ve topuma kavuşmak istiyordum. Oysa ki beni misafir eden komşularımız annemin sağlığını merak ediyorlar ve iki çift laf etmek istiyorlardı. Benim ise buna hiç tahammülüm yoktu, onları konuşturtmuyor, bir an önce topuma kavuşmak istiyordum. Eve dönmek için dakikalar geçmek bilmedi. Bir süre sonra evimize vardığımızda karşılaştığım ise futbol topu değil, o çocuk dünyamın ilk büyük düş kırıklığı idi. Top falan yoktu! Kandırılmıştım. Yıkılmıştım.
O yıllar hep o olmayan futbol topunun özlemi ile geçti. Özlem sözünü biraz açmalıyım. Ben yaşıtlarıma göre daha ufak tefek, kısa boylu ve çelimsiz bir çocuktum. Söz gelişi bizim sokakta futbol oynamaya karar verilmiş olsun ve benimle birlikte toplam yedi kişi olduğumuzu varsayalım. Eğer bizim takım altı kişiden oluşacaksa, orada bana çaresiz yedekliğe razı olmak düşerdi. Benim takıma girip, futbol oynayabilmem için ya birinin oyundan bıkmasını ya da annesinin çağırmasını beklemem gerekirdi. Eğer benimle birlikte toplam altı çocuk isek, o zaman benim de futbol oynama şansım olurdu ama sadece kaleci olarak! Çünkü kural, en çelimsiz olan çocuğu kaleye koymaktı. Oysa benim değişmez rüyam ileride oynamak ve goller atmaktı! İşte hem çelimsiz olup, hem de ileride, daha doğrusu her yerde oynamanın bir tek istisnası vardı: Futbol topunun sahibi olmak! Futbol topunun sahibi olan çocuk, otomatik olarak takımın da kaptanı olurdu. O bırakın istediği yerde oynamayı, canının istediği çocuğu oynatmak ya da istemediğini takımdan çıkartmak gibi üstün yetkilere sahip olurdu. Kim istemezdi ki böyle “Ali kıran başı kesen” olmayı. Ama dedim ya benim için bunun tek şartı bir futbol topuna sahip olmaktı.
Biz futbol oynamaya giderken bütün donanımımızla birlikte tam tekmil giderdik. Balmumu, ip, büyük yorgan iğnesi, iç lastiği yapıştırmak için yama, solüsyon ve zımpara kağıdı.. Oyunun en heyecanlı yerinde top mu patladı, ne keder? Topun meşin olan dış kısmını yorgan iğnesi ve balmumlu iple hemen oracıkta diker, sonra oyuna devam ederdik. Ya da iç lastik mi patladı? Sorun değil. Önce delik kısım ve yama güzelce zımparalanır, sonra solüsyon sürülürdü. Biraz bekledikten sonra, lastik yama patlayan yere yapıştırılırdı. Yamanın kuruduğuna emin olduktan sonra iç lastiği tekrar yerine yerleştirir ve onu şişirmeye çalışırdık. Lastik balonun 5-6 santimlik ince lastik borusu ağızdan ağza dolaşır ve o küçücük çocuk ciğerlerimizle, gözlerimizin önünde yıldızlar uçuşana dek, bütün gücümüzle o iç lastiği şişirirdik. Bu lastik balonu yeterince şişirdikten sonra o lastik boruyu ikiye büküp, sağlam bir iple bağlar ve meşin dışlığın içine yerleştirirdik. Daha sonra sıra topun ağzını bağlamaya gelirdi. Bunun için de birimiz dışarıdan topun ağzını iki yandan bastırır, diğerimiz de o boruyu iyice içeriye teptikten sonra topun sırımını sıkı sıkı bağlardı. Böylece işlem tamamlanmış olurdu. Olurdu da olmasına bu, ağızla şişirilmiş bu top, ciğer gibi olurdu. Yerden en fazla 50-60 santim yükseğe zıplardı. Bu et gibi yumuşak topla oynamanın hiç tadı olmazdı. Aslında bu topu şişirmenin doğru adresini hepimiz çok iyi bilirdik: Bisikletçi Hakkı Usta! Bu futbol anıları arasında rahmetli Hakkı Usta’yı hatırlamamak büyük vefasızlık olurdu. Evet doğru adresi bilirdik bilmesine de, işin kötü yanı bunun için tam 5 kuruşa sahip olmak gerekirdi, bu da elbette her zaman mümkün olmazdı. Bu yüzden bizim Hakkı Usta’ya karşı geliştirişmiş usta kaçış planlarımız olurdu. Top şişirilirken içimizden iki kişi topun başında dururdu. Tabii Hakkı Usta da onların başında olurdu. Top şişer şişmez o çocuklardan biri topu 3-4 metre ötede bekleyen öteki çocuğa fırlatırdı, o da 5-6 metre ileride bekleyen bir diğer çocuğa. Burada önemli olan yangında ilk kurtarılacak eşya misali öncelikle topu kurtarmaktı. Hakkı Usta başına geleceği önceden bildiği için, tedbiri elden bırakmaz ve daha biz kaçamadan hamlesini yapar ve çoğu kez o da topu şişirten ilk çocuğu yakalardı. Yani zaman zaman içimizden birimiz Hakkı Usta’da rehin kalırdık. Ama o kadarcık kayıp vermeye biz çoktan razı idik. Önemli olan topu kurtarmaktı. Hey gidi Hakkı Usta.
Bir de yeri gelmişken “potinlerimizden” söz etmek gerek. O yıllar hep lastik-potin ya da lastik-mest giyilirdi. Yaşlılar daha çok keçi derisinden yapılan siyah renkli mestleri tercih ederdi. Bu mestler özellikle kışın namaz için abdest alırken onlara büyük kolaylık sağlardı. Çocuklar ve gençler daha çok lastik-potin giyerdi. Potinlerin rengi gülkurusu olurdu ve ayak bileğine kadar olan bağcıkları ile ayağı tamamen sarardı. Potin bir kere çok sağlıklıydı, ayağı sıcak tutardı. Eve girerken lastiklerimizi kapının önünde bırakır, içeriye potinlerimizle girerdik. Bu lastik-potinlerin tek sakıncası ağır oluşu, bu yüzden futbol oynarken ve koşarken zorluk çıkartmasıydı. Onun da kolayı lastikleri çıkartmaktı. O potinlerle topa vurmak ne de keyifli olurdu! Çamurlu potinlerle eve döndüğümüzde, bunun faturasının annelerimizden bir güzel dayak yemek olduğunu hepimiz çok iyi bilirdik. Ama o canım potinlerle gol atmak onca dayağa değerdi doğrusu. Hey gidi günler.
Topun sahibi olmak gibi bir ayrıcalığa erişebilmek için sünnet olmaya kadar beklemem gerekti. Sünnet olduğumda 11 yaşındaydım. Sünnette bana takılan paralar küçük bir servet oluşturmuştu: Tam 52 lira! Daha da güzeli bu servet tamamen benim kontrolüm altındaydı ve onu özgürce kullanabilirdim. Bu para ile ne yapacağımı sormaya bile gerek yoktu tabii. Nihayet rüyalarım gerçek olacak ve artık benim de bir futbol topum olacaktı. O yıllar bizim kasabada spor malzemeleri satılan bir mağaza olmadığından söz etmiştim. Bu nedenle futbol topu satılan bize an yakın kasaba olan Soma’ya gitmemiz gerekirdi. O sıralar siyasal bilgilerde okuyan, sonraları çok genç bir kaymakam iken kaybettiğimiz bir akrabam vardı, Eşref ağabey. Onu beni Soma’ya götürmesi için ikna ettim. Soma’da en güzel futbol topunu seçtik ve gözümü kırpmadan 27.5 lirayı ödedim. Artık takımın hem kaptanı, hem teknik direktörü, hem de malzemecisi bendim! Takımda kimin oynayıp oynamayacağına artık ben karar verecektim. Ve bütün diğer çocuklar benimle hoş geçinmek zorundaydılar. Dünyalar benim olmuştu. Heyyyt be!
Yazık ki benim bu en parlak dönemin çok uzun sürmedi. Bir gün eve geldiğimde kapıyı açan olmadı, annem evde yoktu. Büyük ahşap bahçe kapısının aralanmış yarıklarından baktığımda bir de ne göreyim? Benim top orada bahçenin ortasında duruyordu. Ama bu top sanki benim topum değildi, ezik büzüktü, havası sönmüş gibiydi. Bir tuhaflık olduğunu anlamıştım. Hemen komşu eve daldım, yüksek bahçe duvarına tırmandım ve kendimi bizim bahçeye salıverdim. Bir de ne göreyim? Annem futbol topumu bir Diyarbakır karpuzu gibi dilim dilim doğramıştı. Kim bilir o gün yine ne yaramazlıklar yapmıştım.
Artık takımın kaptanı ben değildim! Göz yaşlarım topumu ıslatıyordu.
Bir daha hiç sünnet olmadım. Bir daha hiç futbol topum olmadı. Ve rahmetli anamı ölene kadar hiç affetmedim.
İşte şimdi elimde tuttuğum bu top, beni aldı ve artık çok ötelerde kalmış çocukluk yıllarıma götürdü. Topum, anam, Eşref Ağabey, Hakkı Usta.. şimdi hepsi bir bir gözlerimin önümdeydi.
Oğlan çocuğu hala öylece bakıyordu. Kıpırdamadan, konuşmadan, yalvarmadan ve hiçbir hareket yapmadan. Çocuk bu ikinci kat penceresinden gerçekte olduğundan çok daha küçük görünüyordu. Başı omuzları arasında kaybolmuş gibiydi. Bakışlarındaki endişe o güzel çocuk yüzüne yayılıyordu. Elimdeki topu ona doğru uzattım. Topunu görünce gözleri ışıdı, yüzünde bir sevinç dalgası dolaştı. Önce topa, sonra yine çocuğa baktım:
– Topunu sana atarım ama bir şartla.
Çelimsiz velet öylece bakıyordu. Şaşkındı. O siyah çocuk gözleri şimdi daha da irileşmişti. Sadece kaşlarını kaldırdı. Yüzüme, şaşkınlıkla, hayretle “Yani nasıl bir şart?” dercesine baktı.
Ve o en saf, en çocuksu bakışlarla sorulmuş soruya cevap verdim:
– Beni de takımına alırsan!