Dalgaların sesinde uyumak huzur veriyordu bana, kıyıya vuran her dalga bir kötülüğü götürüyordu sanki bu dünyadan. Deniz tüm kötülükleri teker teker içine çekerek yok ediyordu. Derin derin nefes almaya başladım. Denizin kokusunu içime çekmek, içim denizle dolarak uyumak, ah ne kadar da güzel olacaktı. Bir türlü uyku alemine geçiş yapamıyordum, tam midemle göğüs kafesimin arasında bir hareketlilik vardı. Belki heyecandı bu, heyecanlanmam için hiçbir sebep yoktu halbuki, hani derler ya; içimde kelebekler uçuyormuş gibi hissediyordum kendimi. Gece ve deniz mi beni başka alemlere götürüyordu? Nasıl da ışıl ışıl dalgalar, gecenin karanlığında bile parlıyorlar, yıldızlar aydan aldığı ışığı bana yansıtıyor sanki.
Geceleri hep ürpertmiştir deniz beni, baktıkça en derinlerini hayal ederim hep, sonsuz mavinin içinde kaybolmayı. Bilinmezlik, çekici geliyor, bilmediğimi artık bilmem gerektiğini söylüyor ve içine davet ediyor adeta beni.
Yatağımdan kalkıp pencerenin önüne gittim, denizin tuzlu ve keskin kokusunu soludum, rüzgarın tenime dokunuşunu hissettim. Bir kız gördüm sonra, kıyıda bir ileri bir geri yürüyordu. O kadar güzel bir kızdı ki, sarı saçları beline kadar uzanıyordu, rüzgar saçlarını havalandırıyor, dans ettiriyor sonra usulca omuzlarından aşağı bırakıyordu. Bembeyaz teni gecenin karanlığında bile seçiliyordu. Sabırsız bir hali ve üzerinde milyonlarca yıldan kalma, pembenin en uçuk tonlarında bir elbisesi vardı. Bu kız kesinlikle peri kızı olmalıydı.
Bir suret belirdi uzaklardan, kız o sureti gördü ve gülümsedi, gülümseyince inci dişlerinin parlaklığı gözüktü, suretten ışık geliyordu, o ışıkla kızın yüzü aydınlanıyordu. Kızın çocuksu yüz hatlarında mutluluk okunuyordu.
Uzun boylu, ince vücutlu bir erkekti gelen, onun da yüzünde güller açıyor, esrarengiz bir şekilde ışık yansıtıyordu kızın üstüne.
Sarıldılar birbirlerine, o kadar uzun sürdü ki sarılışları, sanki yıllardan beri görmemişlerdi birbirlerini. Mutluluğun yanı sıra hüznün kıvılcımları vardı, çaresizliğin yakarışıydı sanki. Siyahla beyazın iç içe geçmiş haliydi, tıpkı denizin derinlerinin çekiciliği ve ürperticiliği gibi. Bir adım geri gitti kız, rüzgar sarı saçlarını yüzünün ardına savurdu, elleri buluştu birbiri ile kızın gözlerinden ay ışığı gibi parlak yaşlar akmaya başladı, içim burkuldu gördüklerime, nefesim kesildi soluksuz kaldım. Ne olduğunu anlayamıyordum, canım yanıyordu, yüreğim kanıyordu sanki, içimde çok derinlerde hissediyordum bu hüznü.
Deniz hoyratlaştı, giderek büyüyor dev haline geliyordu dalgalar, öyle şiddetli vuruyordu ki kıyıya, öyle sancılı bir çırpınıştı ki bu haykırıyordu geceye ve karanlığa. O kocaman dev dalga bir tüy hafifliği ve balerin narinliği ile geldi ve eğildi kızın ayaklarına, kız usulca öptü erkeği ve kör edercesine aydınlandı her yer, dudaklarının buluştuğu yerden güneş doğdu sanki, göklere doğru yükselen bir yıldız gördüm sonra, ışığı kızın yüzünde duruyor fakat o hızla göğe yükseliyordu. Sarı saçlı kız iki eliyle tuttu eteğini, kendini bekleyen dalgaya attı adımını. Denizin hoyratlığı, hırçınlığı dindi o saniye, kızı bir anne edasıyla sarıp sarmalıyordu. Deniz; kızı sarmaladıkça muhteşem parıltısıyla bir deniz kızına dönüşüyordu ay yüzlü güzel kız. Pembe elbisesi göz alıcı parlaklıktaki pullarıyla sarıyordu balığa dönüşen bedenini. Uzaklaşıyordu kıyıdan ve bir yıldız kaydı gökten kızın üzerine doğru.
Ter içinde uyandım, saat sabahın dördüydü, koşar adım gittim pencerenin önüne. Pırıl pırıl deniz ve mis gibi yaz havası vardı, tarifi güç ve sürekli değişen duygular içindeydim, görmemiştim ama biliyordum, o yıldız yani yıldıza dönüşen o erkek gök yüzünden kayarak son defa öpmüştü kızı.
Rüya olamayacak kadar gerçekti bana hissettirdikleri, kalbimde hala taşıyordum onların aşkının sarsıntısını, birbirlerine duydukları sevginin yüceliğini haykırıyordu tüm duyu organlarım, yatağıma döndüm, sevgilim düzenli soluk alış verişlerle uyuyordu, sarıldım ona sımsıkı.
İki saat geçmişti ki banyodan gelen su sesi ile uyandım, hava ağarmış, odamız mis gibi yosun ve balık kokusuyla yani kıyı kentlerinin kendine has atmosferi ile dolmuştu. Kahvaltı bile yapmadan yürüyüşe çıkmak istedim, kulaklarımda uğultuya benzeyen bir ses vardı, sanki biri beni çağırıyordu. Kim ya da ne olduğunu bilmiyordum, nereye çağırdığını da bilmiyordum, sadece çağrılıyordum. Tam ‘yürüyelim mi biraz’ demek üzereydim ki, banyodan çıkan Ege, ‘dolaşmaya çıkalım mı hayatım?’ diye sordu. Sessiz sedasız hatta belli belirsiz salladım kafamı onaylarcasına.
Yürümeye başladık. Deniz uyanmış, gök yüzü uyanmış, balıklar uyanmış fakat canlılar derin bir uykudaydı henüz.
Yürüdük, hem de hiç konuşmadan, nefes alış verişimiz duyulmadan yürüdük.
Yürüdük, ne kadar bilmiyorum lakin epey yürüdük.
Aklımda o rüya vardı, Ege’nin elini tutuyor fakat varlığını unutuyordum, bazen beni çağıran o sesi duyuyordum, içimden geliyordu biliyordum. Bir gizemin, bir rüyanın, bir sisin sesiydi bu ve ben ona doğru gidiyordum ya da gitmek istiyordum.
Hani bir kitap okuruz ya da bir film izleriz ya, okuduğumuz kitap biter, izlediğimiz film biter ama biz büyüsünün hapsinden çıkamaz, bir müddet devam ederiz okuduğumuzu ya da izlediğimizi yaşamaya. İşte tam da öyle bir şeydi hissettiğim.
Ayaklarım ya da o ses Phokaia Antik Kenti’ne getirmişti beni, ve sanki zaman diye bir şey yoktu burada. Attığım her adım yerden bir tutam tarih kaldırıyor ve bin yıl geçmişe götürüyordu beni, her adımda yolculuğa çıkıyordum zaman makinesinde. Ne kadar eskiye gitmiştim, sene kaçtı ya da ne önemi vardı?
Soyut ve somut kavramlar iç içe geçmiş ve hepsi teker teker yıkılıyor bir enkaz haline geliyordu. Tek bir gerçek vardı burada, içinizde, yüreğinizde, gözbebeğinizde hissedebildiğiniz tek gerçek. Biz ona AŞK diyorduk.
Pembe ya da mavi olan aşklardan değildi buradaki, hep bu renklerde olmak istemiş fakat üstü siyahın ve grinin tonlarıyla kapatılmaya zorlanmış bir aşktı.
Kafamın içinde bir saniyede bin farklı düşünce beliriyor ve sonra yok oluyordu, kalbimden yukarıya doğru çıkmak isteyen bir şey vardı, belki de kalp sıkışması denilen şey buydu. Bilmiyordum aslında şu an bilmek de istemiyordum. İçimdeki sancı Athena Tapınağı’na doğru götürüyordu beni.
Tapınağın önünde bir balıkçı vardı, yaklaştıkça kendinin bile duyamayacağı kadar sessizlikte ağladığını fark ettim. Gözlerinden yaş değil, inci taneleri düşüyordu sanki. Bir müddet ona baktıktan sonra ‘Merhaba’ dedim.
– Merhaba.
– Yardıma mı ihtiyacınız var?
– Hayır ama belki bana hangi yılda olduğumuzu söyleyebilirsiniz?
– 2015.
– Kaç asır oldu, hala yüreğimde yanıyor ateş, beni yakıyor, küle döndürüyor tam öldüm kurtuldum diyorum sonra tekrar ete ve kemiğe bürünüyorum.
– Anlayamıyorum sizi.
– Evladımın, oğlumun acısı kor olmuş içimde duruyor.
– Evladınızı mı kaybettiniz, başınız sağ olsun, çok üzüldüm.
– Evet kaybettim ama ölmedi, sonsuza kadar ne o ölecek ne de ben, kum saatinin içindeki kumlar gibi zamanın içinde akacağız ilelebet.
– Kusura bakmayın anlayamıyorum!
– Yıllar yıllar önceydi, tam da bugünlerdeydi. Yakışıklılığı dillere destan bir oğlum vardı, güzelliği evrene ilham olan bir kıza aşık oldu, Athena’nın kızına. Gizli saklı görüştüler bir müddet, deniz ve gök yüzünden başka şahit yoktu yaşadıkları aşka. Olamazdı, çünkü Athena’nın kızı Tanrı; benim oğlumsa ölümlü bir insandı. Oğlum güneşin ve ayın Tanrısına aşık olmuştu bir defa, ve aşk derdinin yardan başka dermanı yoktu kainatta. Gel zaman git zaman öğrendi Athena, günahı boynuna gökte uçarken beyaz karga görmüş aşıkları denizin kıyısında, hemen gitmiş söylemiş Tanrı’ya. O da çok sinirlenmiş ve kara haber getirdiği için karaya çevirmiş kargayı oracıkta. O günden bugüne kargalar karadır hala. Athena ne zaman affederse oğlumla kendi kızını o zaman kargalarda dönecek tekrar beyaza.
– Oğlunuz ve Athena’nın kızına ne oldu?
– Oğlum yıldız oldu çıktı göklere, sevdiği deniz kızı oldu düştü denize. Güneş çekildikten sonra bakarlar bakabildikleri kadar birbirlerine. Sadece senede bir gece kız denizden çıkar kıyıya, oğlum kayar gökyüzünden kızın yanına, bir saat kavuşurlar birbirlerine. Senede bir defa olan bu kavuşmayı görmek nasip olur her yıl sadece bir çifte ve onların aşkını görüp hissedenler yüreğinde ömür boyu mutlu yaşarlar, aşık olup da kavuşamamış kalpleri sığınak olur onları gören sevgililere. Benim de dönmem gerek artık evime.
Balıkçı arkasını dönerek yok oldu bir anda ve ben nutkum tutulmuş halde döndüm Ege’ye, acaba hala rüyada mıyım diye sorarken kendime, ‘Dün gece onları gördüm’ dedi Ege, ‘rüya sandım, sabah uyandığımda biri beni çağırıyordu ve seni de alarak düştüm o sesin peşine.’
Ürperdim, ağladım ve sarıldım, saatlerce kaldık olduğumuz yerde. ‘Ben de gördüm onları’ diyemedim. Hiçbir şey söyleyemedim, kelimeler neyi anlatabilirdi ki yaşadıklarımız karşısında!
İzmir’in, en güzel gökyüzüne ve en güzel denize sahip olmasının sebebini öğrenmiştik böylece. Akşam olsun istedim, Akşam olsun bir an önce ve denizi, en güzel deniz yapan kız, baksın; gökyüzünü, en güzel gökyüzü yapan sevgilisine.