Kapının birden kapandığını duydum ve o kadar irkildim ki, adeta ruhumdan bir şeyler koptuğunu ve de bir an sendelediğimi hissettim. Gerçekten korkmuştum. Radyoda yayınlanan skece kendimi o kadar kaptırmışım ki karşımda duran biricik eşim, hayat arkadaşım bana boş gözlerle bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyor, nasıl böyle bir tepki verdiğime şaşırıp kendine gel dercesine beni sarsıyordu.
Skeç gerçek hayattan alınmıştı. Bir adamının çok sevdiği ve çok değer verdiği biricik karısının bir deniz kazasında ellerinin arasından kayıp, o azgın dalgalar ile boğuşmasını içeriyordu. Ne yazık ki adamın karısı gözlerinin önünden her saniye uzaklaşıyordu. Adam, dalgaların o korkunç uğultusu ile eşinin yok olmasını çaresizce seyredip, hiçbir şey yapamamanın üzüntüsünü yaşıyordu.
Tabi ki bu olay adam için dayanılmaz bir acı ve varlık sebebim dediği çocuklarının annesini kaybetmenin acısı idi. Böyle bir sahne benim beynimde o kadar şekillenmişti ki bazen görsel olarak izlediğimiz diziler, filmler inanın bende bu kadar tesir bırakmamıştır. Hayallerimizin ve düşüncelerimizin bizi o olayı yaşıyormuşçasına içine çekip, görsel olarak izlediklerimiz aslında düşünce ve hayal dünyamıza bir çerçeve gibi sunulması hayallerimizi hapsediyor. Düşünce dünyamıza kalıpsal bir halde getiriyor, bize sunulan resmi algılamamız empoze ediliyor. Fakat eskiden dinlediğimiz radyo programları duymanın, görmekten çok daha önemli olduğunu ve his dünyamızda çok etkin izler bıraktığının bir olgusudur. İşte skeç de; duyduğum o efeklerle, dalga sesleriyle ve kadının bağırışlarıyla, beni olayın içine çekip adeta olayı kendim yaşıyormuşçasına hissetmemi sağladı. Fakat kapının birden açılarak karımı karşımda görmem beni gerçek hayata tekrar getirdi. O an Allah’ıma şükür ederek bulunduğum durumumu gözden geçirdim, fakat bir gün tüm bu kıymet verdiğim değerlerin yok olacağı fikri içime bir ok gibi saplandı.
O yüzden şu yaşadığımız hayatın ne kadar geçici olduğu, ne olursa olsun bir gün bir hiç olacağımızı anlamamız açısından, bu olay bana bir ders vermekteydi.
Hz. Mevlana’nın hiçlik adına yazdığı çok önemli düşünceleri, Mesnevisinde kaleme aldığı o beyitlerinde bu konu irdelenmektedir. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de de biz insanoğlu için şu geçici, fani hayatın bir misafirhane olduğu vurgusu sıklıkla tekrarlanmaktadır. Asıl hayatın ve gerçek yurdumuzun ahiret hayatı olduğu anlatılır.
Biz ceng denilen saz gibiyiz ki mızraba vuran sensin şu halde çıkan iniltiler bizden değil sendendir.
Biz ney gibiyiz nevamız sendendir. Biz dağ gibiyiz ki bizdeki aksi seda sendendir.
Biz galip ve mağlup olmak hususunda satranç tahtası gibiyiz ki galibiyet ve mağlubiyet yine sendendir.
Evet yukarıda anlatılan bu beyitler mana derinliği açısından son derece önemlidir. Malumdur ki ceng ve ney musiki aletleridir. Bunlar durdukları yerde ses vermezler. Her ikisinin de bir müzisyene ihtiyacı vardır. Keza dağlık yerlerde ve kubbeli binalarda işitilen aksi sesler de kendiliğinden oluşmaz. Mutlak o sesi çıkarana ihtiyaç vardır. Yine satranç denilen o dörtköşe tahtanın üstünde bulunan piyonlar, kaleler, vezirler ve atlar kendi kendine hareket etmezler ve iki kişi ile oynanan bir oyundur.
Şu halde cengi ve neyi inleten bir sazende, aksi seda sesini yaptıran bir insan, satrancın taşlarını oynatan oyuncular vardır. Hz. Mevlana düşüncesinde bu fiillerin meydana çıkması bir sebep dairesinde olup, müsebbibi esbab denilen tasavvufi bir düşünce ile bizleri karşı karşıya bırakır. Kuran-ı kerimde Saffat suresinde bahsedilen mevzu; ‘ALLAH SİZİ DE YARATTI FİİLLERİNİZİ DE’ki ayeti kerime Allah’ın fiillerimizi de yarattığı mevzusu çok önemli bir konudur. Yani sebepleri de yaratan Allah’tır. Madem ki bizi de fiillerimizi de yaratan O’dur, O’nun kudretin karşısında bizim ne hükmümüz olabilir.
Ey ruhumun ruhu biz kim oluyoruz ki sana karşı biz diye ortaya çıkalım. Yani bana ait olan benim dediğim canlı cansız her şey bir gün yok olup gidecek. İşte bu olayların bir görünmeyen perde arkası var. Nasıl ki bayrağı dalgalandıran rüzgar görünmüyorsa, o bayrağın sallanmasına yok diyebilir miyiz? Görünmeyen bir şeye yok denebilir mi? Rüzgarı estiren güç bize de verdiği istinadlar sayesinde bizi çekip çeviriyor.
Bu düşünce ikliminde Yaratıcı irademizin dışında oluşan olayları bizim fikrimizi almadan meydana getiriyor. Nasıl ki bizlerin anne ve babasını seçme hakkı olmadığı gibi. Kendimizin sandığımız tüm değerler aslında sadece bizlere emanet olarak verilmiş, vadesi dolduğunda tekrar geri iadesi yapılacak olan bir metalardır. Bu hiçlik kavramı ve teslimiyet ruhu, KADER denen Allah’ın bizi yaratırken içimize programladığı ve sırası geldiğinde emanetini sahibine teslim etmemiz istenilen bir olgu, bir ritüeldir.
Bizim dediğimiz her şeyin bu kadar yok hükmünde olması, varlığımızı ispatlamak için çırpınışlarımız, bize teslim olmayı öğretmiyor mu? Bizim bu dünyada hiçliğimiz ahiret yurdunda varlık sebebimizdir. Dünyada hiç olabilmek asıl vatanımızda tekrar doğmaktır. İslamiyetin özü de teslimiyet değil midir? Allah’ın bizlere vermiş olduğu akıl, düşünce ile müspet ilimlerde ne kadar yol alırsak alalım gönül dünyamızda hiçliği yaşamadığımız sürece Hz. Mevlana’nın dediği gibi AŞK evinde misafir olamamız mümkün olabilir mi?
İşte benim dinlediğim o skeç aslında bana ne olduğumu hatırlattı. Bugün sahip olduğum her şey bir gün sahibine dönecek.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.