Herhangi bir gecenin karanlığında yalnız kaldığımız zaman içimizi saran bir korku, bir endişe, bizi bu karanlığın içine çeken bir güç bütün bir benliğimizi büsbütün kuşatır. Bu karanlık ve yanlızlık korkusu genelde tüm insanların içine işlemiş ve irademizin dışında gelişen bir olgudur. Karanlık şuuraltımızda hep var olan ve olmaya devam edecek bedenimizin ve zihnimizin verdiği bir tepkidir. Çünkü karanlık insanların ölümün o soğuk nefesini daha iyi bir ifade ile bir kabir toprağı gibi bizi örtmesini hatırlatır. Karanlık ve siyah daima yok olma kaybolma ve tükenmişlik olarak bizi hep içine çeker.
Şimdi size yazacaklarım inanıyorum ki karanlığın ve bir siyah rengin insanda ne kadar önemli olması gerekliliğidir. Hz. Mevlana Mesnevi’de varlık alemi, hayal alemi ve yokluk alemi olmak üzere üç alemden söz eder. Bunlardan ilki ikincisine ikincisi de üçüncüsüne kıyas edilerek görüş bildirilir. Bunlardan ilki yani varlık aleminde bedeni duyularımız zaten geçicidir. Her an değişiklik olan şu varlık aleminde bütün sınırlıklı olmaları halleri ile bu beş duyumuz iş görmeye çalışmaktadır. Varlık aleminin ötesine bakıldığında bu beş duyu organımız “canda” olmak üzere bir beş duyu organı daha ihtiva eder. Varlık alemindeki beş duyularımız kapatılmadan bu candaki duyularımız açılamazlar. Bu can duyularımızın algılanması ise verilerin can aynasından yansıması ile olacaktır. O halde Mevlana’ya göre yapılacak iki şey vardır. Birincisi bedeni duyuların kapatılması ki onları tüm pisliklerden kurtarmaktır. İkincisi can aynasının kirlerden ve paslardan temizlenmesidir.
Can duyularının sözünü anlamak için Hz. Mevlana rüyalarımızdaki görüşümüzü ve duyuşumuzu örnek verir. Bunlar gündelik dilimizde konuşulan can gözümüzle bekler veya can kulağımızla dinleriz sözleridir. Mevlanaya göre kainatın dönüşü bir musiki nağmesidir ve onu can kulağımızla duyabiliriz. Bu anlattığım bilgileri şayet kendim bir Neyzen alarak ney sazının üzerine aktarıp o sazı anlatmak istersem dokunma duyumuz ve diğer dört duyumuza karşılık gelen tüm deliklerini kaparsak yani neyin üzerinde bulunan yedi deliği kapattığımız zaman elde ettiğimiz ses sol sesi veya rast sesi olur. Rast kelime anlamı olarak son derece doğru ve övülen anlamını ihtiva eder. Biliyoruz ki doğru bir noktayı diğerine bağlayan en kısa yoldur. Bu doğru Mevlevilikte bir başka adla anılır ki onun adına ‘hatt-ı istiva‘ denilir. Şeyhin postundan semahanenin karşı tarafına gittiği varsayılan hayali olan ve gözle görülmeyen bir çizgidir ki varlık alemini yokluk alemine bağlar. İşte Ney de böylelikle dervişin içsel seyahatinin sembolü olur. Duyuların kapatılması bu alemin eşiğidir. Nitekim ortaya çıkan karanlıktır ve ab-ı hayat, ölüler ülkesinde karanlıklarda yani siyahta gizlidir. İşte ‘ney gibi bir zehiri ney gibi bir panzehiri kim gördü’ beyiti bu ölüm yolu ile dirilişi anlatır.
Peki böyle bir karanlıkta yolumuzu nasıl bulacağız; Hz. Mevlana bedeni duyuların karşısına can duyularını koyarak beden duyguları his nuru ile can duyuları ise Allah nuru ile algılandığını Mesnevi şerifte anlatır. Şu yaşadığımız dünya renkler ve şekillerden oluşur. Fakat Hz. Mevlana renksizliğin peşindedir. His nuru parçalandığı zaman tüm renkler ihtişamı ile ortaya çıkar. Hiç bir rengi bünyesınde barındırmayan renk ise siyah renktir. İnsanın içsel seyahatinde rehber olacak nur, renksiz yani siyahtır. Bu bizi tasavvuf anlayışında nur-u siyah kavramına götürür. Yani karanlığın ışığı anlamına gelir. Gündüz aydınlanan dünyamızda akşam ve geceye doğru gün batımında tüm çıplaklığı ile mahremiyet içimize işleyerek samimiyet, saflık, sadelik bizi kuşatır. Dışsal dünyamız kapanıp, içsel yolculuğumuz başlar. Bu yüzden dış duyularımızın algılamadığı sevgi, düşünce, merhamet gibi insanda olması gereken en önemli hasletler ortaya çıkar. Nur-u siyah ortaya çıkmakla bir insanın günün ışığında aklına gelmeyen bu kavramlar o karanlığın ve siyahın içinde hep ön plandadır. Gecenin karanlığında nasıl bir ışık bize yol gösterirse o artık bizim bir kılavuzumuzdur. Nur-u siyahın bu kaynağı siyahın çıkış noktası olan ‘süveyda‘dır. Süveyda kalbin ortasında bulunan kara bir benektir. Yürekteki bu siyah nokta süveydanın yeridir. Yani sevginin aşkın muhabbetin yeridir. İşte bu nokta iç güneşimizin doğduğu yer yani GÖNLÜMÜZdür. Bu ilahi güneş tüm inanan insanların içine doğar. Mehmet Akif’in Leyla’sı gece anlamına gelen leyl kökünden gelir. Sadelik, saflık hep bu karanlıkta doğar.
İşte dervişin seyahati o tarafa bu tarafa değil kendi içine doğrudur. Allah’ın aks-i sedası süveyda noktasına vurmuştur. Böylece Beytullah (Kâbe) insanının kalbinde bulunur. Rahmet gökten değil yerden yağar ve edilen tüm dualar ve yakarışlar göklere doğru değil kalplere doğru açılır. Zamandan ve mekandan münezzeh olan ALLAH, ayet-i kerimede “yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü o taraftadır.” dediği için o yüzden bu dönüşün merkezinde kendimizi, kendimizin merkezinde kalbimizi, kalbimizin merkezinde de süveydayı buluruz. İşte semazenlerin dönmesi Allah’ın aynası olan bu noktanın tavaf edilmesidir. Tasavvufi bakış açısı, karanlık ve siyah kavramının aslında ne kadar önemli bir kavram olduğunu gösteriyor bize. Karanlık, bir yok oluş değil, yeni bir doğuş olarak karşımıza çıkıyor. Allah’a kavuşmak, yok olabilmenin temel kavramı düşüncesinde bizi tekrar doğmaya ve varlık aleminde olmaya itiyor. Böyle bir konunun gönüllerde iz bırakması adına sizleri selamlıyorum. Sağlıklı kalın inşallah.