Bugün işe gitmedim. Patronu arayıp hasta olduğumu söyledim. Hasta falan değilim. Hava bugün bulutlu ve bulutlu hava beni bunaltır. Hele yağmur yağarsa daha kötü olurum. Neden böyle olduğum konusunda kendime hiç soru sormadım. Bütün gün, eğer hava açılmazsa, evde oturup keyif çatacağım. Uyandığımda ağzım keçe gibiydi. Bir gün önce işin verdiği yorgunluk, alkolle birleşince böyle oluyor. Genelde de böyle uyanırım.
İsmim Yunus. Peygamber ismidir. Bununla böbürlenmem. Babam öyle dindar biri değildi. Sosyalistin tekiydi. Bana verdiği isimde babasının ismiymiş. Göbek bağımı kesen ebe ‘büyük adam olacak’ inşallah! demiş. Bir bok olduğum yok. Noterde kaşe memuruyum. Noter imzasını atar ben kaşe basarım. İmzasını hiç sevmem. Aceleci tavırla üst üste iki paralel çizgi çiziyor, ortasına da adının baş harfini yapıştırıyor. İlkokulda iş eğitimi hocam bunun olmaması için, hepimize imzanın ad ve soyadını belirtecek şekilde el yazısıyla yazılmasını temenni etmişti. O gün bugündür adımı soyadımı yazarım. Benim imzam adımı soyadımı belirtir. Kim olduğum orada belli olur. Evet bununla böbürlenebilirim belki. Çok önemli bir konu mu? Tabi ki de değil. Bir de hızlı kaşe basarım. Önce patronun isminin yazılı olduğu kaşe basılır. Sonra mühürlenir. Mavi mürekkeple olmaz. Siyah olacak. Üzerinde T.C. bilmem kaçıncı noterliği yazdığı için resmi belgedir. Sonra patron imzalar. Aslında bunun tam tersi sırada ilerlemesi gerekir. Evet! Mühür basmakta çok hızlıyımdır.
Karnım gecenin hazmına seslerle karşılık veriyor. Yataktan kalkıp mutfağa yürüdüm. Buzdolabının eskimiş gümüş kulpunu tutup açtım. İçeride yarım şişe beyaz şaraptan başka bir şey yoktu. Mutfak rafını kontrol ettim. En köşeye saklanmış bir paket beyaz leblebi buldum. Dışarı çıkıp yemek yeme olasılığını havanın bulutlu olması engelliyor. Bir sigara yaktım. Damağımdaki acı tada acı bir şekilde karşılık veren bu tat beni her sabah etkiler. Kahvaltıdan önce tek bir sigara önce sersemlememi daha sonra rahatlamamı sağlar. Sigaranın sonuna geldiğimde küllük bulamadım. Musluğu çevirip sigaranın ucunu suya doğru götürdüm. Bu sesi seviyorum. Cıss. Buzdolabından beyaz şarabı, mutfak rafından da beyaz leblebi ve küllük olarak kullanacağım çay tabağını alıp salona doğru yürüdüm. Koridordan geçerken, üzeri tozla kaplanmış çerçevelerin içine bakmama kararımı kendime tekrar tekrar söyledim. Salona girdim. Anne yadigarı evimin üçüncü katta olması da sevdiğim bir durumdur. Önceki bulutlu hava seremonisinden kalma, camın önündeki koltuğuma oturdum.
Buralara pek yağmur yağmaz. Yağsa bile bunlara ahmak ıslatan deriz. Bütün gün güneş ve onun ışığıyla geçer. Aşağıya baktım. Tam karşıda bir sağlık ocağı, onun önüne yer edinmiş simitçi ve çiçekçi duruyordu. Sağlık Ocağı’nın yanından, sokağın sonuna kadar dizilmiş farklı isimlerdeki eczaneler de, Sağlık ocağının parazitleriydi. Sağlık ocağının tam karşısında ve ona paralel olan Ali Baba Lokantası’nı ise eczanenin camındaki yansımasından görüyorum. Lokanta’nın sahibi olan Ali Baba mahallenin en vicdanlı esnafıdır. Hatta öyle ki Ramazan ayında bırakın dükkanı açmayı, önünden bile geçmez. Ramazan ayı boyunca sekiz çalışanına birden bir ay izin verir. Maaşlarını vermeyi ve sigortalarını da yatırmayı ihmal etmezdi. Ali Baba’ya karşı olan saygımın sonsuzluğu edebi bir kişiliği olmasında saklıydı. Hemen her kitap hakkında yorum yapabilme tecrübesine sahip olan bu adam saygıyı sonuna kadar hak ediyordu. Bazen onunla adı batsın Katrina’nın meyhanesine gider, Shakespeare ve Louis Aragon’dan Katrina’nın kulağına aşk şiirleri fısıldardık. Hatta bazen alkolün verdiği cesaretle bunu bağıra bağıra bütün meyhaneye dinletirdik. Zavallı adamlar bir şey anlamazlardı ama aşkın ritmi kulakta işitilirdi.
Ali Baba muhafazakar bir ailenin en küçük çocuğuydu. Diğer dört kardeşi Almanya’ya göç etmiş, orada çalıştıkları fabrikada çıkan bir yangında hayatlarını kaybetmişlerdi. Bu trajik olay Ali Baba’nın bütün hayatını etkilemişti. Kardeşleri öldükten sonra üniversitede siyasal bilimleri üçüncü senesinde bırakıp, babasının yanında ayakkabı tamirine başlamıştı. Babası öldükten sonra da ayakkabı tamirhanesini devretmiş ve eşini de alıp şu anda yaşadığımız sokağa yerleşmişlerdi. İşte ben o geldiğinde on altı yaşıma yeni girmiştim. Adı batsın, Katrina da yeni peydahlanmıştı mahalleye. Ona ilk yavşayan, çifte tabancalı Haydar olmuştu. Yumurta topuk kunduralı bu adam efsaneye göre mahallenin yakasına bir iblis gibi yapışan Tiryaki Necmi’nin çetesini dize getirmişti. Her kabadayının bir kadını olur. Onunki de adı batsın Katrina’ydı işte.
Şarap şişesinden yudum almadan önce ağzıma bir düzine leblebi attım. Uzun müddet çiğnemeden mideye gönderdim. Bir sigara yaktım. Şişeyi kafaya diktim. Alkol kanıma karışınca, hafif, yapay bir mutluluk bünyemi sardı. Ne kadar ilginçtir ki geride bıraktığım hayatım bu yapay mutlulukla geçti. Bazı insanlar böyledir. Hayatın o sıkıcı telaşı onlara komik gelir. Müthiş özgüvenle dolu patronlar, para babaları, kendi hayalarını serin tutmak için soğutuculu odalarında sefa sürerler ve bunu yaparken hayatı bir karmaşaya soktuklarını düşünmezler. İşte ben, hayatın bu sıkıcı ritminden tiksiniyorum. Yani birileri rahat etsin diye onlar adına çalışmayı reddediyorum. Ama çalışıyorum! İşte bu hayattaki en büyük riyakarlıklardan biridir. Şarabı bir daha hunharca sömürdüm. Şarap şişesiyle konuştum. Ben senin tesellinim diyordu. Hava açılmaya başladı. Güneş yüzüme sırıtıyordu. Ellerimi koltuğun kenarlarına dayayıp ayağa kalktım. Başım döndü ama bu durumu kafaya takmam. Biraz sonra geçecek. Koridora doğru yürüdüm. Portmantonun kapağını açıp, yılların emektarı parkamı aldım. Parka babamdan kalma. Sahi babam ne zaman ölmüştü? O ölmeden yedi yıl önce, benim için ölmüştü. Cenazede ağlamadım. Cenazeler, yıllar boyu birbirini görmeden yaşayan insanların, ölüm korkularını, ölen kişiyle yenmeye çalıştıkları yerdir. Ağlamalar, zırlamalar bu yüzdendir. Onları üzerine toprak atılan tabutun içindeki değil, tabutun ta kendisi korkutur. Portmantonun sol kısmında bulunan gözün kapağındaki büyük aynadan kendime baktım. Yüz hatlarım, çenemin sivriliği ve gözlerim babamı hatırlattı. Küfür ettim. Hızla dışarıya çıktım.
Kaldırımları sevmem. Ben aslında hiç bir şeyi sevmem. Yolun ortasından yürümem tabi, kaldırıma yakın yerden yürürüm. Buna bir çeşit fobi diyebiliriz. Bu durumu anlamak için hiç kafa yormadım. Çocukluğumda kaldırımlarla ilgili bir şeyler yaşamış olabilirim. Karnım çok aç. Ali Baba Lokantası’na girdim. Ali baba yoktu. İçeride yüzlerini tanıdığım insanlar, esnaflar, emekli memurlar vardı. Masaya oturdum. Garson gelip bir şeyler geveledi. Etli nohut, pilav ve cacık getirdi. Ekmeksiz yedim. Hesabı ödeyip kalkacakken Ali Baba kapıdan girdi. Beni görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Başımı öne eğip selam verdim. Kapıdan çıkacakken sağ kolumu hızlıca kavrayıp sandalyeye oturttu.
‘Dur hele Yunus sana söyleyeceklerim var.’ dedi. Mimikleri korkunun yanında bir de muziplik yansıtıyordu. Endişemi belli etmedim. ‘Hayırdır baba.’ dedim. ‘Katrina’nın oradan geliyorum. Canım sıkkındı iki tek attım kevaşeyle. Seni sordu yine. Epeydir gitmiyormuşsun yanına.’ ‘Bilerek gitmiyorum baba. Durumları biliyorsun.’ dedim. Cevabımı biliyormuş gibi iç çekti. ‘Hah! Aman oğlum. Bak bugün yarın Haydar çıkar. Seni yine orada görürse, yazıktır. Yakma hayatını.’ dedi. Lokantanın en ücra kısmında oturan ve mahallenin fiskosçu kadınlarından farkı olmayan, yaşını başını almış ve artık ölümünü bekleyen emekli Cezar başçavuş, konuştuklarımı duymuş olacak ki: ‘Azmıştır yine karadul.’ diye bağırdı. Lokantada yemeğini yiyen esnaf bastı kahkahayı. Ali Baba Cezar’a doğru dönüp, ‘Ayıp olmuyor mu başçavuş.’ diye bağırdı istifini bozmadan. ‘Hey yavrum hey. Nesi ayıp olacakmış. Genç olacaktım bak neler olurdu o zaman. Mahalle Katrina’nın iniltilerinden uyuyamazdı.’ diye bağırdı sağ kaşını kaldırarak. Lokanta yine kahkahaya boğulmuştu. Ali Baba’nın göz bebekleri büyümüş, siniri bütün suratına yayılmıştı. Daha fazla sinirlenmesini önlemek amacıyla sol kolundan tuttum. ‘Boş ver baba. Yaşlı başlı adam.’ dedim. Bana doğru döndü. Sağ elini, kel kafasına koyup, karşımdaki sandalyeye oturdu. ‘Hayırdır sen niye gitmedin bugün işe?’ diye sordu. Suratımı büzüştürdüm. ‘Hiç isteğim yoktu. Arayıp hasta olduğumu söyledim.’ diye cevapladım. Kıkırdadı. ‘Ne hastası ulan! Bildiğin sarhoşsun sen. Hep öyleydin, hep öyle olacaksın.’ dedi. ‘Neyse ben kalkayım hadi eyvallah.’ dedim. Elini uzatıp kolumu yakaladı. ‘Yunus’um. Eğer istersen bak benim yazlığın anahtarını vereyim. Bodrum’un havası insana iyi gelir derler.’ dedi ve aslında biraz önceki cümleyi boşuna kurduğunu anlayıp, aslında söylemek istediği cümleyi söyledi. ‘Hem biraz uzaklaşmış olursun.’ Suratıma her zamanki kibrimi yayarak ve birazda sesimi yükselterek, ‘Yok baba yok! Ben böyle iyiyim. Hem daha göreceğim insanlar var.’ diye bağırdım Haydar’ın hapisten çıkışına ithamda bulunarak.
Dışarıya çıktım. Lokantanın hemen yanındaki mey dükkanına girdim. Parkamın cebinden matarayı çıkarıp, dükkanın sahibi Ömer dayıya verdim. Önce mataraya, sonra bana baktı. Kaşlarını çatarak, ‘Bu sefer erken bitmiş Yunus’um. Bak dikkat et! Bu diğer içkilere benzemez. Kararında alacaksın ulan! Ciğeri deler bu.’ dedi. ‘Uzatma Ömer dayı. Koyacaksan koy!’ diye tersledim. Sinirini belli etmeden matarayı alıp arkaya gitti. Bir dakika geçmeden geri döndü. ‘Bak evlat, bu içkiyi Çek’ler bile senin içtiğin kadar içmezler. Kaldı ki bizde rakı neyse onlarda bu da odur.’ dedi ve, ‘Mehmet’in oğlu Yasin’i bildin mi?’ diye sordu. ‘Şu ressam olan. Epey ünlendi diye duydum.’ diye cevap verdim. ‘Hah işte! Nasıl ünlü oldu sanıyorsun o hayta. Her gün gelir alırdı benden. Şimdi resimleri Avrupa’da lan haytanın. Benim sayemde oldu bre!’ dedi bıyıklarını avucuyla aşağıya çekerek. ‘Amma yaptın be dayı.’ dedim. ‘Öyle tabi. Şimdi sana bakıyorum. Sanat adına bir şey yok evlat. Ne yapacaksın bunu. Kaşelerle Pisa Kulesi mi inşa edeceksin hayta.’ dedi. Güldüm. Elimle selamladım. ‘Güle güle Yunus’um. Ha bu arada Haydar çıkacakmış.’ dedi. Cevap vermedim. Matarayı alıp, dışarıya çıktım. Herkesin dilinde yumurta topuk Haydar. Mataradan bir yudum aldım. Anında kana karıştı. Gözlerimin kenarlarına bir şerit çekildi. Daha büyük bir yudum aldım. Ağzımda çalkalayıp, yuttum. Gırtlağımda bir yırtılma hissi vuku buldu. Kaldırımdan inip yürümeye başladım. Karşıdan bir kadın geliyordu. Mahallenin yabancısı olduğu belliydi. Sarı saçlarının, arasında siyah şeritler vardı. Balık etli, kalça kısmı yayılmış, topuklu ayakkabılarının sesi mahalleyi inletiyordu. Yanımdan geçerken beni süzdü. Arkamı dönüp bakmasını bekledim ama dönmedi. Yoluma devam ettim. Sokağın sonundan, diğer sokağa doğru döndüm. Tanrım! Ne kadar renkliydi. Van Gogh tabloları gibi! Bir boya firması girip, bütün sokağı renklendirmiş. Bunun adına reklam diyorlar. Ne reklam ama büyülüyor insanı. Mataradan bir yudum daha alıp, parkamın iç cebine koydum. Hayal gücüm abartılı bir şekilde çalışmaya başladı.
Biraz önce yanımdan geçen kadın, bana başka bir kadını hatırlattı. Evet! Bir kadın sevmiştim. Sanırım bu ruhumun katılaşmasından önceydi. Bu Çek icadı meret neler hatırlatıyor insana: Ah Helen senin uğruna iki kavim nasıl bir savaşa girişmişlerdi öyle. Ne kanlar döküldü sarı saçların hatırına. Paris’in kalbine bir ok gibi fırlatılmıştın o gece. Kocan olacak o kahpe Maneleus’tan kaçırdı seni Sparta’dan, Ege’nin beşiğine. Ah Helen, senin uğruna toplanan Yunanları ne Poseidon ne Zeus ne de Athena engelleyebilirdi. Odyseus’uda, Akhilleus’u da getirdin oralardan. Ne kahramanlar ama. Sadece yeryüzünde değildi savaş Helen, yukarıda, Tanrıların merkezinde bile savaşıldı senin için günlerce, aylarca. En kötüsü de gönüllerde olan savaşlardı. Tanrım ne romantiğim. İşte o kadın, hayatıma müdahale eden o kadını Truva Savaş’ında tanımıştım. Bir sinema da, eski bir filmdi. İlginç saplantıları ve kontrol sorunu olan bir kadındı. Tanrım ne saçlardı öyle. Helen’in saçları gibi. Helen’in saçlarını da nereden biliyorsam! Mevsimlerin terlemesi gibiydi yüzü. Mevsimler hep terler. Çek icadı çık hayal gücümden ya da bilinçaltımdan, mevsimler terler mi hiç! Uzun bir müddet birlikte olmuştuk. Daha sonra beni ben yapan özelliklerden tiksinmeye başladı. Onları değiştirmeye çalıştı. Sonunda dayanamadım. Bastım kalayı. Mecazi anlamda değil dostlar. Suratının ortasına okkalı bir tokat yapıştırdım. Kovdum evden. Sonra mı? Sonra yalnızlık başladı işte. İnsan her zaman yalnızdır, gerisi kalabalık. Bir gün alkolün dibine vurup gidip ayaklarına kapandım. Dönmesini istedim. Kadınlar ne kadar severlerse sevsinler, canları yandı mı Hitler’den daha acımasız oluyorlar. İçim sıkıldı, her gün içmeye başladım.
Böyle anlar vardır. Belirli bir zaman biriyle birlikte olduğunda, onunla yaşadığın anıların beyinde yer ettiğinden olsa gerek, nerede o anılara uygun bir imge görsen o hatırlanır. El ele tutuşan bir çift gördüğünde, ellerin terlemesi gelir akla. En ücra köşede öpüşen bir çift gördüğünde, dudak temasının ıslaklığı gelir akla. Ve en önemlisi ona benzeyen birini gördüğünde o gelir akla. Dünya üzerindeki boktan durumlardan biri de budur işte.
İşte bu anlar insanın hasat zamanıdır ve insan hasat zamanında geçmişini budar.
Tanrım bu Çek Cumhuriyeti güzel bir yer olsa gerek, baksana şuna ne coşkular yaratıyor ruhumda. Hepsi ne kadar da sahte ve bir o kadar gerçek. Koca bir tükürük bütün vücudumu sarmış gibi. Eğer bebekken bizi yıkayanımız olmasaydı, koca salyalar bütün vücudumuzu sarardı. Duvara tutunuyorum. Bu ne yumuşaklık. Tırmanmalıyım o renkli sokağın bütün binalarına. Ellerim, ellerim nasıl hassas, nasıl yumuşak. Gözlerim kararıyor. Yeni bir hayal perdesi. Bir vadideyim. Ne garip yaratıklar var burada böyle. İki ejderha hiç durmayan alevleriyle karşılıklı olarak bir kapı oluşturuyorlar. Alevlerini yukarıya doğru püskürtüp birleştiriyorlar.Bu kapı benim cennetimin kapısı mı? Kapıdan geçerken ejderhaları selamlıyorum. Vadinin ortasından koca bir ırmak akıyor. Irmağın sonunda bir çağlayan. Oradan atlamalıyım diye düşünüyorum. Koşuyorum çağlayana doğru. Tam ucuna gelmişken bir Pegasus tutuyor pençeleriyle benliğimi. Yukarıya, göğün en yüksek katına çıkarıyor. Pençelerini çekiyor benliğimden, düşüyorum. Tam aşağıda ırmağın içine düşerim diye düşünüyorum. Hızla düşüyorum. Irmağa ayaklarım değmek üzereyken bu kez bir Grifon geçiriyor pençelerini. Fazla yükseğe çıkmıyor. Etrafı gezdiriyor. Irmağın tam kenarında birbirleriyle alay eden Şahmeranlar, Kikloplar, Minotorlar, Arimasplar ve Ammitler. Irmağın suyuna gagalarını yanaştırıp su içen, Aynaklar, Bennular, Ankalar, Garudalar, Kaknüs kuşları, İbibikler ve Şeşeler. Barış içinde yaşıyorlar. Barış. Grifon beni yere hızlıca indirdi. Bütün yaratıklar birden başlarını çevirip bana baktılar. Birden hepsi bir ağızdan adımı söylemeye başladılar. Bir koro halinde müthiş bir sesti. ‘Yunuuus! Yunuuuss!’
‘Yunus, uyansana ulan!’ Gözlerimi açtım, sokağın, bilhassa kaldırımın üzerinde uzanmıştım. Kafamı kaldırdım Ali Baba beni seyrediyordu. ‘Ne içtin lan sen! Ne getirdi bu hale seni. Bana bak ne kullanıyorsun sen?’ diye bağırdı. Başımı sabitlemiş ona bakıyordum. Tokat atmaya başladı. En sonunda biraz ayılır gibi oldum. ‘Tamam baba tamam! Vurma artık.’ dedim.
Bütün mahalle toplanmış bu yaygarayı izliyordu. Vah vah sesleri işitiyordum. Cezar başçavuş yanına müritlerini almış dedikodumu yapıyorlardı. Ali Baba beni kolumdan kavrayıp doğrulttu. Cezar’ın sesini işittim. ‘Görüyorsunuz değil mi dostlar. Haydar’ın çıkacağını duyunca bizim oğlan kendini harap etmiş. Yazık ki ne yazık.’ diye bağırdı. Oralı olmadım. Sorun çıkarmak istemiyordum. Ali Baba beni alıp lokantaya götürdü. Garson bir Türk Kahvesi ve küçük bardakta nane likörü getirdi. Kahveden bir yudum alıp, likörü kafaya diktim. Bu karışım insanı ayıltır. Beş dakika geçmeden kendime gelmiştim. Ali Baba bir şeyler geveledi ama cevap vermedim. Ne diyecektim? Mitolojik yaratıklarla dolu düşümü mü anlatacaktım! Hadi oradan.
Neler oldu bakışlarına karşılık vermeden dışarıya çıktım. Pek keyifli olduğum söylenemezdi; daha yolun ilk yarısında, kendi kendime sorduğum delice bir soru, aklımın ve irademin alabileceği her şeyi inkar etmişti: Haydar’ın çıktığı zaman benim peşimden sürüklenip geleceği ve beni öldüreceği kaçınılmazken ben neden hala mahallede dolaşıyordum? Bu sorunun cevabını sona saklıyorum.
Oturduğum apartmanın merdivenlerini kısık nefesle çıktım. Dairemin kapısına geldiğimde kapıyı hızla açmam, aslında bir an önce dış dünyadan soyutlanmam gerektiğinin bir işaretiydi. Eve girdim. Mutfağa doğru yürürken su içme isteğimi kesen, koridordaki tozlanmış çerçeveler bana bakıyordu. Çerçeveyi alt tarafından tutup duvardan on santim kaldırdım, kendime doğru çekince çivisinden çıktı. Parkamın, vücudumun dirseğine gelen kısmıyla çerçeveyi sildim. Valide sultanın başı örtülü, sırıtan yüzü bende hiç bir tebessüm uyandırmadı. Bu durumun sebebi aslında ona kızmam değil, onun çekip gitme isteğinin, bütün aileyi nasıl bir hüsrana sürüklediğiydi. Yokluğunda neler olduğunu anlamaya çalıştığım için bu cümleleri sarf ediyor olabilirim. Pencerenin önüne gelip aşağıyı izledim. Daha sonra aslında yorgun olduğumu fark edip yatak odama doğru ağır adımlarla yürüdüm. Kendimi yatağın üzerine attım. Göz kapaklarım ağırlaşmaya başladığında kapının bir çığlık gibi gelen sesi kulaklarımı yırttı. Kalktım. Kapıya yaklaştım ve boğazımı temizleyerek,
‘Kim o!’ diye bağırdım. Adı batsın Katrina’nın sesi midemi bulandırdı.
Esinlenmelerini biraz daha az belli ettiğin taktirde daha başarılı olacağını umuyorum, ince çizgiyi korumalısın. Bu arada popüler kültürü ve okuma alışkanlıklarını da göz önünde bulundurarak hikaye girişini hızlandırıp kitleleri daha kolay yakalayabilirsin.