Oyunculuk, onları doğanın zor koşullarında yaşamaya hazırlayan bir antrenmandır; fakat bağımsız yaşamayı öğrenir öğrenmez oynamayı bırakır, birden ciddileşir memeli hayvan yavruları.
İnsan yavrusu da oyuna düşkündür; ama oyunla başladığı hayatı çoğunlukla sonuna dek oyunla sürdürür. Üstelik artan bir zevkle ve gelişen beceri türlerindeki ustalığıyla…
Daha konuşmayı öğrenmeden yaratıcı oyunlar öğrenir her bebek; örneğin her yalnız kalışında ağlayıp ilgi çekme oyununda kısa sürede ustalaşır. Hele karnı acıkınca camları titreten o ses tonuyla oynadığı rol var ya; Oscar ödüllü sinema sanatçılarına taş çıkartacak cinstendir!
Oynadıkça kazandığını öğrenen yavrucak, sonunda, vazgeçilmez bir yöntem olarak benimser oyunculuğu. Böylece hayatı tiyatral bir oyun biçiminde geçirme eğilimi mantık, zekâ ve duygu örgüsüne nakış nakış işlenir.
Ergenlik çağında duygusal/seksüel senaryolar yazıp oynadıkça tüm yaşamını bir maskeli balo gibi kurguladığının bilincinde değildir başlarda. Ama gençlik çağını yerel tiyatrolarda oynanan yarı profesyonel piyeslerle geçirirken, oyuncu zekâsını daha büyük sahnelere hazırlıyordur aslında.
Ve tabii o çocuk, otuzlu yaşlara girmeden önce “makyajsız ve maskesiz” yaşayamayan deneyimli bir “rol ustası” olup çıkar insanlığın karşısına. Artık yedi peçelidir. Herkese gösterdiği birinci maskeyi açtığında ortaya çıkan yüz gerçek yüzü değil, sadece ikinci peçesidir.
Yıllar geçtikçe maskelerine, peçelerine ve kabına sığmayan oyunculuğuna öylesine alışır, öylesine güvenir ki, bu kez çapını çok aşan büyük oyunları kurgulamaya başlar. Bazılarını gözünü dahi kırpmadan sahneye koyar. Hatta yıllarca sahneden inmeksizin, oyun içine oyun sığdırdığı çeşitlemelere de girişir bıkmadan, hiç sıkılmadan.
Günün birinde kendini Dante gibi ortasında bulunca ömrün, birden enerjisi düşer, sendeler, sahneye yığılıp kalır. O “tansiyon düşüklüğü” yüzünden perde bir süreliğine kapanır ve fakat tiyatro binasını bir türlü terk etmek istemeyen oyuncu insanın tedavisine yine sahnede devam edilir.
O kriz anında dahi usta sihirbazlara taş çıkaran bir beceriyle daha büyük kurgular üretir maskeli insan. Doğrulup sahnede tekrar göründüğünde ya sonunun nasıl biteceğini bilmediği bir politik oyunun içindedir ya da hesaplı risklerle dolu apolitik sosyal oyunlar…
Başlar gülenle gülmeye, ağlayanla ağlamaya. Sempati, empati, dertpati artık en sevdiği rolleri anlatan sözcüklerdir. Şarkılar söyler, operaya yeltenir, oda müziğiyle sakinleşir… Veya Napolyonlaşarak, “para para para” diye ritim geliştirdikçe daha geniş ve daha ünlü sahnelerde rol kapma umuduna bağlanıp gider oyuncu insan.
Kısacası oynar da oynar; daldan dala konar, her çiçekten bal alır ve rengârenk maskelerini yeniler, yeniler, yeniler yedi peçeli insan.
Ama bir gün mutlaka dank eder kafasına… Bakar ki usta senaristlerin yazdığı ve sadece deneyimli koreografların sahne tasarımlarını hazırladığı o küresel oyunda zavallı bir figüranmış sadece. Acır kendine, içi yanar geçen yıllara; ama bu kez de -pişmanlık duymamak için- kendine karşı oynar.
Ve ancak o dakikada -büyük bedeller ödemiş olmanın acısını iliklerine kadar hissettiği anda- fark eder hayvan yavrularının hayatı ciddiye alarak oyunculuğu tam vaktinde terk edişlerinin asıl nedenini…
Mehmet Sağlam
03.11.2012