Karanlıkta aynalar bile susarken,
bir gölge gibi geçip gidiyorsun geceden.
Bir su damlasının ardından bakıyor gibiyim,
Her şey tepetaklak görünüyor neden?
Bir kelebek öldürdüm bugün.
Tozunu üfledim kurtulur gibi geçmişten.
Bunun dışında olağan bir gündü.
Aynı zamanda ateşin etrafında
çocuklara anlatılan bir hikaye gibi ürkütücü…
Ben senin hatırlamadığın rüyalarınım.
Hiç duymadığın ve duymayacağın bir ucuyum dünyanın.
Yapmadığımız her şey hala birer olasılıkken,
Umut yüzdürmek ne kadar zor artık
Göl yeşili gözlerinden…
Ayaklarını sokmuyorsun körfeze
mehtap umrunda değil,
Zeytin dallarının farkında da olmayacaksın eylül’de.
Ama işte sen oradasın benim şehrimde.
Ben yıldızların kimseyle göz göze gelmediği bir kentte
her sabah ışıkları söndürüp öyle giriyorum kendi düşüme…
Göçmen bir kız elinden tutuyor ve sen
küçük bir sahil kasabasında kayboluyorsun gözden.
Çocuklar bilmiyor nereye gittiğini.
Kimse seni görmüyor.
Beyaz badanalı evler,
Mavi panjurlu pencerelerden sarkan sümbüller,
Arnavut kaldırımlar,
Ahşap mahalle tabelaları,
Herkes, her şey susuyor.
Denizin kenarına kadar iniyorum,
Nereye saklandığını bilsem,
Gelip bulmaya korkuyorum…
Göçmen bir kız elinden tutuyor,
Ve sen kayboluyorsun gözlerimden…
Her sabah uyandığımda başucumda ağlayan
Küçük bir kız, ayaklarında denizin kumu,
Hayallerini kum saatinin kumlarına gömmüş,
ters çevirmeye korkuyor şimdi…
Sürekli bitip bitip yeniden başlayan şeyler…
Tıpkı geceyle gündüz gibi,
Bir birini kovalayan mevsimler gibi,
Düşler gibi…
Her şey bir öpücükle başlıyor ve
bir öpücükle bitebiliyor her şey…
Yalan diyip burun kıvırdığımız aşk gibi…