Yazıya şöyle bir soruyla başlamak istiyorum: Yaşamı daha değerli ve daha anlamlı kılan duygularımız acaba ne derece genlerin etkisindedir, örneğin insanların birbirine küsmesinin genetik bir nedeni var mıdır?
Aslında küsme bir kırılganlık işaretidir ve kırılma duygusunun doğurduğu bir tepki veya davranış biçimidir. Kırgınlığın şiddetine göre, kişi kendine, dostlarına ve hatta tüm dünyaya küsebilir ve bu duygusal tepkiyi kısa veya uzun süre götürebilir. Kırılma, acı ve aşkla birlikte ruhsal dengemizi en çok etkileyen üç duygudan biridir.
İnsanı kıran ve acı veren nedenler arasında üç temel faktör vardır: Kötülükler, hatalar ve gerçekler. Küsmeye neden olan bu üç etken, birbirleriyle iç içe birer ilişki içindedir. Örneğin, gerçekler bizi kırabilir ama hatalı ve rencide edici şekilde yüzümüze vurulduğu zaman, kötülüğe ve acıya dönüşebilir ve küsmeye yol açar. Keza, bize hak ettiğimiz bir kötülük yapılabilir; fakat gerçeği içerdiği hâlde acıya ve kırgınlığa sebep olur.
Ayrıca, hatalar hem kötülükleri hem de bir/kaç gerçeği ortaya çıkarabilirler. Kırgınlık duyguların en yanıltıcı olanıdır. Bu becerisi, kendisini gizleyebilmesinden ve sevgi, sempati, saygı, özveri gibi diğer duyguların “postuna” bürünme yeteneğine sahip olmasından kaynaklanır. Birine içten içe küstüğümüz hâlde, yalan bir sevgi ve saygı gösterdiğimiz hâller, kızgınlığın bu “maskesi”ni kullandığı anlardır. İnsanın en şiddetli acılara dayanabilmesi de bu duygunun bir bukalemun gibi rengini değiştirebilme özelliğine sahip olmasındandır: Acıları bir şekilde rasyonalize ederek, dayanılır hâle getirebilmemizi sağlar.
Gerçekte, bize çok karmaşık, anlaşılmaz ve mantıksız gelen duygularımız fiziksel birer oluşumdur, evrim kurallarına uyar ve içinde doğa mantığı taşır. Yani bütün duyguların birer mantığı, sebebi ve sonucu vardır. Ve bütün duygular genlerden gelen emirler üzerine üretilen enzimler, hormonlar ve beyindeki nörotransmiter denen salgılar sayesinde oluşurlar. Dar çerçevede mantıksız görünen ve rasyonel düşünce tarafından sürekli dışlanan duygular, geniş perspektiften bakıldığında bilincimizin en vazgeçilmez yapı taşlarından biridir. Ama salt bilgi üzerine oturttuğumuz yanlış eğitim sistemi yüzünden, bu devasa potansiyelimizden yeterince yararlanamamaktayız.
Son yıllarda yapılan araştırmalardan sonra IQ testlerinin işe yaramadığı ortaya çıkınca, bunun yerine EQ (duygusal zekâ) testleri uygulanmaya başlandı. Bu durum “tutsak kalmış” beyinsel ve genetik gücümüzün açığa çıkarılması ve kullanılması bakımından oldukça olumlu bir gelişmedir ve belki daha heyecanlı bir çağın da başlangıç müjdecisidir. Ben bu potansiyel yeteneğimiz sayesinde evrimsel bir sıçrama yapacağımızı bile düşünüyorum. Çünkü bizi diğer canlılardan ayıran ve “üstün” kılan şey; duygusal, psikolojik ve ruhsal yapımızla birlikte beyin hücrelerimizdeki “genetik bilgi bankası”nın hafızadır.
Bu genetik belleği ilköğretim, lise ve fakülte gibi üç düzeye ayırmak mümkündür:
Temel Evrim Mantığı, Orta Evrim Mantığı ve Üstün Evrim Mantığı. Doğadaki fizik ve matematik kanunlarının evrim yoluyla biyolojimize işlenmiş hâli, Temel Evrim Mantığı içerir. Bu, Biyolojik Bilinç’in bir parçasıdır. Bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar: Yani, üreme, beslenme, çevreyi algılama ve bir tehlike anında vurma veya kaçma güdülerini doğurur. Orta Evrim Mantığı: Sınama ve yanılma yöntemiyle öğrenme yeteneğidir. Bunu tüm hayvanlarda ve çocuklarda görebiliriz. Ben buna ham bilinç diyorum. Üstün Evrim Mantığı ise: Akademik düzeyde düşünme, öğrenme, gözleme, rasyonel davranma ve bilgiden bilgi üretmektir. Bu sistem, bazı hayvanlarda ilkel düzeyde gözlenir fakat insanlarda üstün bir gelişme göstermiştir ve Sosyal Bilinç’in bir parçasıdır.
İşte bütün duygu ve düşüncelerimiz bu üç mantık düzeyinin kombinezonları ve varyasyonlarıdır. Bu çeşitlemelerin hem negatif hem de pozitif boyutları vardır: Sevgi ve nefret, sevinç ve öfke, mutluluk ve mutsuzluk gibi… Bunların birinden diğerine geçişi çok kolay ve anî olarak gerçekleşebilir.
Duyguların oluşumunu bir ağacın anatomisine de benzetebiliriz: Duyguları uyaran sinir hücrelerini ve aralarındaki bağlantıları ağacın köklerine benzetirsek; bu uyarıları tetikleyen düşünce veya dış çevre faktörleri ağacın gövdesi ve dalları olur. Gövde, yani düşünce ve çevre, negatif olduğu zaman bütün dallar ve yapraklar negatif olur ve köklere bile negatif sinyaller ulaşır. O hâlde, pozitif düşünmek ve pozitif çevre koşullarında yaşamak, duygusal denge ve verimlilik bakımından son derece önemli iki etkendir. Bence başarının sırlarından biri de budur.
Duygu ile his arasında bir fark var mıdır? Evet, aralarında bir ince ayrım vardır; ama işin içine heyecanı da katarak açıklayalım:
His (feeling): Herhangi bir şeye karşı zihinde veya bedende oluşan ve yoğunluğu yüksek olmayan bir duygusal tepkinin farkına varma işidir (awareness). Örneğin bir ayağı topallayarak yürüyen bir kediye duyulan acıma hissi, farkına varılan böylesi bir tepkidir.
Duygu (emotion): Farkına varılan bir hissin kuvvetlenerek, bilinçte ve bedende genel bir uyarılmışlık hâli (arousal) oluşturmasıdır. Korku, üzüntü, aşk gibi… “Kültürel kutsallaştırma” yüzünden çok sayıda insanın yanlış bir inanca kapıldığı gibi, öyle kalbe yerleştirilmiş, manevî bir oluşum değil; aksine tamamen maddî ve bedensel bir olgu olup genlerin ve hormonların bedenimizde ve beynimizde ortaya çıkardıkları etkileridir.
Bu arada sözünü ettiğimiz duygusal zekânın da bir tanımını yapmakta yarar olacaktır:
Duygusal Zekâ (EQ): Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye karşı, doğru duyguyu doğru miktarda kullanabilme yeteneğidir.
Duygusal zekânın içeriği henüz tam olarak anlaşılamamıştır ve hatta tanımı bile henüz bilimsellik kazanmamıştır. Fakat öncelikle duygu derken nelerden söz ettiğimizi saptamak ve hafızamızı tazelemek bakımından şu listeye bir göz atmak yerinde olacaktır: – Sevgi (çocuk, aile, dost, millet, insan, Tanrı sevgisi) – Aşk (cinsellik taşıyan romantik sevgi) – Şehvet (cinsel dürtüleri tatmin etme isteği) – Utanma (masumiyet ya da şerefsizlikten doğan duygu) – Acı (yürek acısı, buruk acı gibi) – Hırs/İhtiras – Gurur/Övünç – Kuşku/Vesvese – Alınma/Küsme – Panik/Şok – Hayranlık/Gıpta – Mutlu olma – Mutsuz olma – Tatmin olma – Kendini aşağı hissetme – Kendini üstün hissetme – Zevk alma – Hüzün duyma – Üzüntü, sevinç, öfke, cesaret, korku, hınçlanma, isyan, kıskançlık, suçluluk, pişmanlık, şefkat, minnet, umutsuzluk, şaşkınlık, bezginlik…
Heyecan (excitement) ise: Duyguya oranla daha kısa süreli; ama daha yoğun ve şiddetli bir uyarılmışlık hâlidir. Yani çabuk gelip geçen, şiddetli bir duygudur. “Yüreğim ağzıma geldi!”, “Kan beynime sıçradı!” veya “Kendimi zor tuttum!” ifadelerindeki şiddetli duygusal hâller, heyecan kategorisine girerler. Vücudun sadece bir organını veya bölgesini uyarmak gereksinimi ortaya çıktığı zaman, beyin o organa bir sinirsel sinyal (impulse) gönderir ve bu sinyal bir refleks hareketi yaratır. Fakat beyin, bedenin tümünü uyarma ihtiyacı hissettiği zaman, bu işi bir sürü sinyal gönderip zahmetli bir şekilde yapmaz. Hangi duygu veya refleks uyandırılacaksa, o duyguyu gerçekleştirecek hormonları üreten salgı bezlerine bir sinyal gönderir ve bazı hormonlar hemen üretilip, kan dolaşımına akıtılırlar. Böylece en geç 6 saniye içinde, o hormonun yarattığı duyguya kapılırız. Heyecanlanma gerektiği zaman ise, hem hormonlar hem de sinir sistemi kullanılır.
Beynimizde, Hipotalamus denen, nohut büyüklüğünde bir “duygu merkezi” var. Bu merkez, bedenin psikofiziksel faaliyetlerini düzenleyen ve “Endokrin Sistemi” denen hormonlar sistemine bağlı olan salgı bezleri ile sıkı bir işbirliği içindedir. Hipotalamus, bu salgı bezlerinin gerekli hormonları ürettikten sonra hedef organlara gönderilmelerinde önemli bir rol oynar. Troit bezi, Hipofiz bezi, Epifiz bezi, pankreas, testisler, yumurtalıklar ve diğer birkaç organdan çeşitli hormonlar salgılanır. İşte bu hormonlar sayesinde ve vücuttaki bazı fizyolojik fonksiyonlar sonucu hislenir, duygulanır ya da heyecanlanırız.
Duygulanmamızı sağlayan bir başka neden de beynimizin ürettiği “nörotransmiter” denen kimyasallardır. Bunların bazıları eroin, kokain, esrar, ekstasi, kafein veya alkol ile eşdeğer etkiler oluştururlar.