Bu yazımda size bir gezgin yaratmak istiyorum. Hemen bir gezgin yaratalım. İspanyalı olsun. İsmini de Henrique koyalım. Eski çağlardan olsun. Mesela Ortaçağ’da Feodalite Rejiminden kaçmış olsun. Eğer biraz tarih biliyorsanız Ortaçağ’da Skolâstik Düşüncenin hâkim olduğunu da biliyorsunuz demektir. Kısaca Skolâstik Düşünce her şeyi İncil ve kilise ile ilişkilendirerek açıklayan düşünce sistemi demektir. Bu düşünce sistemi Aristo’nun Kıyas Mantığından yola çıkılarak oluşturulmuştu. Bizim Henrique bu baskıcı sistemden kurtulmak için yollara düştü. Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Yunanistan’dan sonra Osmanlı İmparatorluğu’na varıp, Müslümanlığı tanıyor. Burada bir müddet kaldıktan sonra önce Irak, Sonra Arabistan Yarımadasında Müslümanlığı iyice tanıyor. Daha sonra Hindistan’a gitmek üzere bir gemiyle yola çıkıyor. Vesaire vesaire.
Böyle bir giriş yapmıştım. Devam etmek istediğimde, önce Cervantes’in Don Kişot’u, Sonra Marco Polo geldi aklıma. Hatta bir ara Monte Cristo Kontu da gelmedi değil. Yazma işlemimi anında durdurdum. Bilmiyorum aslında konu çok hoşuma gitmişti. Şöyle düşündüm; acaba benim karakterim maceracı bir tip miydi yoksa sadece sistemden korktuğu için kaçmaya çalışan bir korkak mı?
Sonra bir karakter oluşturmakla ilgili bir makale düşünüp, şöyle bir giriş yapmaya çalıştım.
Kim ne derse desin, hayali bir karakter yaratmak çok zordur. Bunun için yazarın kendini uzun bir dönem içersinde geliştirmesi gerekir. Karakterin kişilik özelliklerini yazıya aktarabilmek için ciddi bir psikoloji bilgisi gerekir. Bu da yazarın insanlara ait kişilik özelliklerini tanımasından geçer. Yazıda geçen ana karakterin özelliklerinin okuyucu tarafından kolay anlaşılabilir olması gerekir.
Doğada bulunan nesneler sürekli olarak beynimizde anlam kazanır. İnsan göremediği bir nesneyi yazıya aktaramaz. Aktardım dese bile, bu daha önceki izlenimlerinin eğilimidir. Örneğin; hiç görmediğimiz uzaylıların iki kolunun, iki bacağının, gözlerinin, burnunun olması aslında insana ait özelliklerin uzaylıya aktarılmasından ibarettir. Ressam elmayı görmeden resmini çizemez. Elma yerine başka bir şey çizip de işte bu elma dediğinde garip olur.
‘Bu da olmadı.’ dedim kendime. Bir yazı yazmak zorundaydım. Kesinlikle bir yazı yazmalıydım. Peki, neden yazamıyordum? Sonra asıl sorunun doğduğum şehirden uzakta olduğum kanısına vardım. Oturdum şehrimle ilgili bir hayal kurdum.
İzmir’in meşhur Kordon’unda yürüyüp, ayaklarımı yer döşemelerindeki çizgilere değdirmemeye gayret ettim. Simetrim yokken, simetrik hayatı anlama çabaları sarf ettim. Midye satan bıyıklı bir amcanın, ‘ne yapıyorsun yahu’ demesiyle irkilen bedenim, oradan hızlıca uzaklaşmamı sağlasa da, fark edilmenin verdiği coşku, bir anlık mutluluk verdi.
‘Yok yok! asıl sorun şehrimden uzak olmam değil. Daha önce hiç bu kadar yalnız kalmamamdan kaynaklanıyor.’ dedim.
Bilgisayardan uzaklaşıp beynimdeki bilgileri kontrol ettim. Misal; Shakespeare isminin her harfini ezberledim. Yani kopyala yapıştır olmadan da bir isim yazabildiğimi anladım. O ismi doğru yazmak için epey uğraştım.
Nietzsche ile alay ettim. Edith Piaf dinleyip, Enrique Macias ile gitar çaldım. Ornitorenk isminin ait olduğu hayvanı bulmam ismini ezberlemekten daha kolay oldu. Sahi Nietzsche ile neden alay ettim ki?
G.S Hilard şöyle demiş; “Sanatı duyan insanlarla, sanatı anlayan insanlar çoktur; ama sanatı hem duyan, hem de anlayan insan pek azdır.”
Bu söze bir anlam katmaya çalıştım. Misal; Chopin, Beethoven veya ne bileyim, Mozart ya da Clayderman dinlemeye çalıştım. Şimdi böyle yapınca sanatı duymuş oldum galiba. Merak etmeyin aslında Hilard’ın anlattığı bu değil bunu çok iyi biliyorum. Yani sadece klasik müzik dinleyerek sanatın anlaşılamayacağını bilirim. Evet, sanatı anlamaya çalıştım. Sürrealizm’e kafayı fena taktım. Bir anda Salvador Dali’nin bir resminin içinde bir yere oturdum. Sonra başıma bir şey damladı. Yukarıya baktığımda eriyen bir saat vardı. Acaba dedim bu adam zamanın akıp gitmesinden mi bahsediyor? Hatta bir ara Van Gogh gibi hayatı renklendirmeye çalıştım. Sonra elimi yanaklarıma koyup bağırmaya başladım. (Çığlık)”
‘İşte buldum. Benim en büyük kuralım, kuralsızlığımdır.’ dedim. Sonra Edebiyat kitaplarına göz gezdirirken Tristan Tzara diye bir yazarla tanıştım. Dadaizm diye bir akıma mensupmuş kendileri. Ve bu sözü benden önce söylemişler. Gerçi bir an yalnız olmadığımı da düşünmedim değil.
Bir an aklıma çobanların aslında ne kadar yalnız oldukları geldi. Hesiodos’u düşündüm.
Hesiodos bir çobanmış. Didaktik şiirler yazarmış. Bir çoban bile didaktik şiirler yazıyor, hatta ve hatta bu türün kurucusu sayılıyor. Ben de bir şeyler başlatıp, misal bir akım, avangardı olabilirim diye düşündüm. Sonra şu söz aklıma geldi.
“Benim oyum neden dağdaki bir çobanla eşit olsun.” Bunu bir manken mi söylemişti? Evet, evet… Kendimi kınamayı kendime bıraktım. Mankeni kınamadım. Yeterince kınandı. (Aslında bir gece boyunca o mankene değişik küfürler ürettim.)
Şimdi Hesiodos’dan bahsedince aklıma en büyük trajedi şairi Aiskhylos geldi. 456 yılında Sicilya’da ölmüş. Ölümü de çok enteresan, rivayete göre yolda yürürken, bir kartal yakaladığı kaplumbağayı pençelerinden kaçırmış, yüksekten gelen kaplumbağa Aiskhylos’un tam kafasına düşmüş. Büyük Trajedi. Enteresan bir ölüm.
İnsan ölmekten korkar. Şimdi Aiskhylos’un ölümünü anlatınca, acaba benimki nasıl olacak diye düşündüm.
Allah’ım,
Başıma kaplumbağa, gergedan, zürafa, su samuru, fok veya ornitorenk gibi hayvanların düşmemesi dualarımla,
Kulun.
Ben kesin deliriyordum yahu. Başka bir açıklaması yoktu bunun. Delirmek doğuştan gelen bir özellik değildir. Kökü mastar eki aldığından sonradan kazanılmış bir özelliktir.(Deli-r-mek = İsim+geniş zaman eki+Mastar Eki). Delirmek için yalnızlığın tam odak noktasında bulunmanız gerekir. Ve ben kesinlikle o noktadaydım. Tamı tamına bir buçuk aydır çevremden uzaktım ve bir buçuk ayda böyle oluyorsam ayvayı yemiştim. Tabi ki bu duruma da bir savunma mekanizması oluşturmayı ihmal etmedim. Misal delirmeyi yücelttim. Delirin dedim insanlara. Delirin efendim, delirmek iyidir. Yani en azından bir müddet, diğer insanlardan daha farklı bir konumda olursunuz. Daha saygın olmak için çalışmayın, daha onurlu olmak için çabalamayın, daha gururlu olmak için savaşmayın ve namuslu olmak için gayret göstermeyin. Çünkü siz yukarıda belirttiklerimi yaparken, hiyerarşik konumundan dolayı, bir lafıyla yeri göğü inleten bir odun (odun o insana hitaben) bir dedikodusuyla, sizi onursuz, gurursuz, namussuz yapar.
O kadar delirmiştim ki, sıradan insanları görünce içimden asıl bunlar deli diye düşündüğümü biliyorum. Sonra birden Hande Yener dinlediğimi fark ettim. Yalnızlık adama neler yaptırıyor arkadaş. Hande Yener dinlemeyi bıraktım. Hatta delirmeyi de bıraktım.
Amacımdan sapmıştım. Yapmam gereken şeyler vardı. Bir müddet sonra motivasyon konuşmalarım ve nefes tekniklerim de işe yaramamaya başladı. Sonra yogaya heveslendim. Çöktüm yere, önüne çiğ köftesini bekleyen Urfalı bir türkücü gibi kurdum bağdaşımı. Dudaklarımdan bir anda dökülen Şu Fırat’ın Suyu Akar Serindir türküsü beni tekrardan kültürüme döndürdü. Yoga da neymiş efendim.
Hayallerim, bir gün olmak istediğim kişi için yarattıklarım bir anda kaybolmuştu. Böyle durumlarda genelde kitap okurum. Herhangi bir sözden faydalanabilirdim. O an aklıma yıllar önce aldığım ama bir türlü okumaya fırsat bulamadığım bir kitap geldi. Stanislavski’nin ‘Bir Karakter Yaratmak’ adlı kitabı tam önümde duruyordu. Kitabı aldım ve kapağını açtım. İlk cümle şuydu… Tamam, öyle herkesin anlattığı gibi bir anda bir mucize olmadı. İlk sayfada öyle hayatımı değiştirecek bir söz yoktu. Çevirmenin önsözünü geçtim. Sonra asıl başlangıca geldim. Biraz daha ilerledim. 22. sayfa, cümle şuydu; ‘Derken, bir gece ansızın uyandım ve her şey aydınlığa kavuştu. Olağan yaşamıma koşut olarak sürdürdüğüm yaşam, gizli, bilinçaltı bir yaşamdı.’ İşte sözümü bulmuştum.
Bu şekilde değişim yaratan sözlere Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” ve Paulo Coelho’nun “Işığın Savaşçısının El Kitabı” kitaplarında rastlamış ve hayatımı yoluna koymuştum. Bir daha aynını yapmak için önümde hiçbir engel yoktu. Evet yapabilirdim. O sabah yastığa başımı öğlen daha farklı bir gün olacak diye koydum. Sonra öğlen oldu ve uyandım. Sabah yattığım için öğlen uyanırım. Her şey daha farklıydı. Tamam, farklı değildi ama o öğlen vakti en azından hissediyorsun. Öyle bir anda değişim kolay olsaydı keşke. Şu sözler aklıma geldi;
“İnsanlar hatalarını mutluyken değil, ancak mutsuzken anlar.” Daniel Defoe
“Hayata kendimiz ne katıyorsak, hayattan da onu alırız.” Ernest Hemingway
“İnsan inandıklarıdır.” Anton Çehov
“Kalbin gözleri, vücudun gözlerinden çok daha iyi görür.” Reşat Nuri Güntekin
Değişim, değişmek isteyenlerindir. Ve bu sözler…
Değişimi başlatan sözler…